Ekim11 , 2024

Zeki Faik İzer’in izinde, “Paris, İstanbul, Nice”

İlgili Yazılar

Sınırları Aşan Bir Beğeni Olarak Saz Üslubu ve Ressam Şahkulu

Boyanmamış renksiz kağıtlara, mürekkeple hafifçe renklendirilmiş hareketli desen ve...

Bihrat Mavitan’ın düş yolcuları

Galeri Selvin’deki Bihrat Mavitan heykel sergisi, kentin hareketli kültür...

“Her roman bana yaşamak için bir neden sunuyor”

Son yıllarda özellikle Alâmetler Kitabı ve Dünyadan Aşağı kitaplarıyla...

“Sanat eseri, sosyal statü göstergesi değil, iç mutluluk aracıdır”

Sanat hukuku alanındaki çalışmaları ve eser sahiplerinin haklarını korumaya...

Sanatı, tuvalden çıkıp zihinlere, duygulara uzanıyor

Sanat, ona bir kez olsun temas edenlerin peşini hiç...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Türk resminin öncü isimlerinden Zeki Faik İzer’in İş Sanat Kibele Sanat Galerisinde açılan “Paris, İstanbul, Nice” isimli bu retrospektif sergisi, sürekli çalışarak, araştırarak ve gözlemleyerek kendini büyüten, zaman mefhumundan uzak, haz alarak üreten, beğenilmemekten çekinmeyen, sanatı bir var olma nedeni olarak gören özgür bir sanatçı figürünü gözler önüne serdi.

İNCELEME: DR. NESLİHAN UÇAR KARTOĞLU
FOTOĞRAFLAR: TOLGA İLDUN

İŞ Sanat Kibele Sanat Galerisi, 15 Nisan – 9 Temmuz 2023 tarihleri arasında, Emre Zeytinoğlu ve Ayşegül İzer’in küratörlüğünü birlikte üstlendiği çok değerli bir sergiye ev sahipliği yaptı. “Paris, İstanbul, Nice” isimli bu sergi, ressam Zeki Faik İzer’in sanat yaşamının geniş bir panaromasını, üretken ve cesur kimliğini sanatseverlerle paylaştı.
1923 yılında girdiği Sanayi-i Nefise Mektebinde Hikmet Onat ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi olan İzer, 1928 yılında öğrenim için Paris’e gitti, derin bir entelektüel birikimle yurda dönerek Türk resim sanatına eşsiz katkılar sundu. 1971 – 1984 yılları arasında da Fransa’nın Paris ve Nice kentlerinde çalışmalarını sürdüren sanatçı, vefatına dek (1988) üretmeye devam etti.

Dr. Neslihan Uçar Kartoğlu, ressam Zeki Faik İzer’in sergisini İthaf Sanat okurları için gezdi ve yazdı…
“Paris, İstanbul, Nice” sergisi 12 Temmuz’dan itibaren ise Türkiye İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi’nin 3. katında bulunan Ankara Sanat Galerisi’nde Ankaralı sanatseverler ile buluşacak.

Özdemir Altan tarafından “Türkiye’de gelmiş geçmiş en iyi sanatçı” olarak nitelendirilen İzer’in tüm sanat yaşamını yansıtan bu özel seçki ise onun dünyasına dair derli toplu, hem sade hem de detaylı bir bakış açısı sundu sanatseverlere. Kronolojik ve tematik bir sunumdan öte, bir sanatçının evreni gözler önüne serildi, izleyici İzer’in hem kaotik hem de düzenli atölye atmosferinde ağırlandı. Sanatçının üretken naif ve sınırsız aleminin kapılarını aralayan, bu alemi çok sayıda eserle, bütün ve zengin bir bağlamda aktaran sergi, her bir bölümde sanatçının normlardan bağımsız özgür yaratılarına yer vererek İzer’i her yönüyle tanıttı. Şimdi gelin hep birlikte bu sergiyi, İthaf Sanat’ın sayfalarında yeniden gezelim…
Sergi salonuna attığımız ilk adımda bizi ressam İzer’in çektiği üç adet siyah beyaz fotoğraf karşılıyor. Bu fotoğraflar ziyaretçileri, daha tuvallerin ve desenlerin renkle yoğun dünyasına girmeden sanatçının keşfetmeye meraklı yönüyle buluşturuyor. Yeri gelmişken bu fotoğrafların öyküsünü de kısaca anlatalım… Paris’te, André Lhote ve Achille-Émile Othon Friesz gibi sanatçıların atölyelerinde çalışmalarını sürdürdüğü ilk yıllarda İzer’in yolu, Amerikalı fotoğraf sanatçısı Man Ray’le kesişir. Ray’in yanında artistik rötuş ve solarizasyon yöntemini öğrenen sanatçının bu ilgisi devam eder, 1937’de Güzel Sanatlar Akademisinde fotoğraf bölümünü kurar. Sergi alanı da bu üç özel karenin ardından izleyiciyi sanatçının; peyzaj, portre, figür, kolaj ve desenle dolu, çeşitli tekniklerle biçimlenen eserlerinin arasında İzer ile tanışmaya davet ediyor.

SANATÇIYI KENDİ DİLİYLE AKTARAN BİR İZLEK

Sergide gözlemlenen en önemli konu, eserler arasındaki “dil birliği”. Sanatçının torunu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Ayşegül İzer, sanatçının farklı dillerdeki işlerinin birbirinden uzak olmadığını, bu nedenle birbiriyle daha iyi konuşan resimleri yan yana koymaya karar verdiklerini belirtiyor. Serginin diğer küratörü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Emre Zeytinoğlu ise sanatçının üretimlerinde düzenli ardıllığın var olduğu bir gelişim sürecinin olmadığını, belirli dönemlerde bıraktığı eğilimlere, yeniden başvurduğunu dile getiriyor. Eserlerin hem çok sesliliği hem de eş sesliliği bu serginin küratöryal inşasına rehberlik etmiş. Bu sergileme anlayışı sanatçıyı kendi diliyle aktarmaya çok yakın bir izlek sunuyor.
Fotoğrafların ardından “Espasta Ritim” isimli (1933) ilk eser, sanatçının en önemli yönüne, renkçi tutumuna örnek oluyor; mukavva üzerine yayılan sarı ve mavinin tonlarında çeşitlenen izler, sanatçının bağımsız ruhunu hakiki bir biçimde gösteriyor. İzer’in eşi Micheline Gouault’ı konu aldığı 1930’lu yıllara ait portresinde de benzer bir tavır gözlemlenebilir. Koyu bir arka fon önündeki parlak yeşil ve mavi renkli lekeler hem çerçeve içinde bir denge kuruyor hem de sanatçının anti-natüralist tavrını aktarıyor. Bu yaklaşım, İzer’in Paris döneminde empresyonizm ve dışa vurumculuk gibi avangard eğilimleri incelediğinin bilgisini sunuyor bize. “Matisse’li Natürmort” (1932) ve “Balerin” (1947) eserleri de bu bağlamda diğer özellikli örnekler. Sergi kitabında da İzer’in 1930’ların başında renkçi bir anlayışa gönülden bağlandığı ve bu renkçiliğini 1934’teki Paris ikameti sırasında Renoir’ı, Cézanne’ı, Matisse’i düşünerek geliştirdiği bilgileri yer alıyor.

Galeride yer alan en özel duvarlardan biri ise izleyiciyi sanatçının desen konusundaki yetkinliğiyle baş başa bırakıyor. Bu duvara, bir başına hareket halindeki figürleri konu alan 1967 tarihli bir grup çini mürekkebi deseni asılmış. Bu grubun ardından küratörler hem bir es vermek hem de bağlayıcı bir yaklaşım sunmak üzere İzer’in “Müzik” isimli eserine yer vermiş. Bu çalışmada bir kent atmosferi içinde enstrüman çalan figürler bulunuyor; eser Umberto Boccioni ve Robert Delunay’ın resimlerindeki dönemin kentli yaşam kültürüyle ilintili hız olgusunu anımsatıyor. Öyle ki İzer’in çalışmasında da müzisyenlerin birlikte icra ettikleri eserin nağmesi ve hazzı, neşeli bir biçimde çerçevenin dışından taşarak galeriye doluyor. Bu eserle küratörlerin duvarda verdiği küçük ancak güçlü mola, birkaç adım sonra izleyiciyi yine çini mürekkebiyle yapılmış martı desenleriyle buluşturuyor. Martılarla usta bir sanatçının meraklı arayışlarıyla karşılaşmaya hazır olun. Çünkü kuşların hareket halindeki pozları, bu duvarda yer alan diğer çalışmalarla bir dil birliği aktarırken müzisyenlerin coşkusu sol tarafındaki figürlere ve sağ tarafındaki martılara doğru yayılıyor.
İzer’in yağlıboya portreleri, nü çalışmaları ve peyzajlarının yer aldığı bir başka bölümde ise kübizm izlerine rastlanıyor. Örneğin “Hasat” isimli çalışması Cézanne’nın “Yıkananlar” (1906) eserini anımsatıyor. Halihazırda bu alandaki diğer portrelerde ve nü çalışmalarda da kübist yaklaşımın etkin olduğu gözlemlenebilir. Lakin bu etki, İzer’in tüm sanat yaşamına yayılmaz. Zeytinoğlu, İzer’in renk çalışmaları sırasında Cézanne ile dolayısıyla erken bir kübist tavır ile kurduğu yakın bağın onu etkilemiş olabileceğini aktarıyor. Kompozisyonlarda gözlemlenen kübizmin varlığı ise yine derin bir gözlemin sonucunda sanatçının süzgecinden geçerek bu üretimlerine yansımış.

üstte, Zeki Faik İzer’in sanat yaşamının geniş bir panaromasını, üretken ve cesur kimliğini sanatseverlerle paylaşan bu serginin küratörlüğünü, aynı zamanda sanatçının torunu da olan Ayşegül İzer ve Emre Zeytinoğlu üstlendi.

KOLAJLARDA ÖNE ÇIKAN YAKLAŞIM

İzer, 1950’li yıllarda non-figüratif çalışmalara başlamış, 1960’larda soyut sanata yönelmiş bir sanatçı. Yeşil zemin üzerine yerleşen “Tuğra ve Emperyal Senfoni”de (1964) kaligrafinin izleriyle beraber müziğin varlığı hissedilirken “Endişeli Kuş”ta da (1964) çırpınışın yoğunluğu renklerle ustalıkla sunuluyor. Daha geç döneme ait “Tao Serisinden” (1988) isimli resminde ise ışığın egemen olduğu, en parlak renklerin birbiriyle buluştuğu, sonsuz ve coşkulu bir uyumun yakalandığı görülüyor. Sanatçının kolajlarında da rengin ve hareketin etkin olduğu benzer bir soyut yaklaşım izleniyor.
İzer’in halı sanatına ilgisi ise bu sergide bir eserle gösterilmiş. 1980’li yılların başlarında guaj kompozisyonlarını halı tasarımlarına aktaran İzer’in bazı desenlerini de halı eskizi olarak yapmış olabileceği düşünülüyor. Ayrıca İzer’in Batı kültürünün değerlerinin yanında Asya, Afrika, Orta ve Güney Amerika kültürlerine de ilgisiz olmadığı, halı dokuma fikrinin bu süreçte belirdiği bilgisi mevcut. Sergideki “Şenlik” (1982) isimli halı da adı gibi geniş bir renk paleti sunarken sanatçının kolajlarını anımsatıyor ve Batı dışında odaklandığı diğer kültürlere dair sembollerin izlerini taşıyor. Üzerindeki yuvarlaklar, düz çizgiler, zikzaklar ve helezon çizgiler ise birbirinden farklı renkleriyle ziyaretçiye hareketli ve ahenkli bir bayram havası yaşatıyor.


Sergi genelinde ağırlıkla sanatçının küçük boyutlu yapıtları yer alıyor. Bu durum İzer’in üretkenliğiyle ilintili ancak Fransa dönemindeki seyahatlerinin de bununla bir ilgisi var. Bu süreçte İzer, izleyerek ve inceleyerek birikimini artırmış. Bu eserler de boyutları küçük olsa bile derin bir gözlemi farklı yöntemlerle sunarak çok zengin bir dağarcığı ortaya koyuyor. Serginin genelinde hissedilen bir başka konu ise eserlerdeki sınırsızlık ve bitmemişlik duygusu. Bu noktada Ayşegül İzer’in sergi kitabı metninde yer verdiği şu cümle değerli bir açıklama sunuyor: “Eskizlere kıyasla tamamlanmış resimlerin hep biraz bozulmuş olduğuna değindiğini hatırlıyorum.”
İzer, söz konusu bu metinde dedesinin üretken ve meraklı evrenine dair çok değerli bilgiler paylaşıyor ve çalışma disiplinini aktarırken “sanatçı ve atölyesi”ne dair ilişkisel bağlamda hakiki veriler sunuyor. İstanbul, Büyükada, Paris ve Nice’teki atölyelerin her birinin sanatçı için sadece bir çalışma alanı değil, aynı zamanda bir “var olma alanı” olduğunu dile getirirken bir anlamda bu sergideki tüm çalışmaların hikayesini de anlatmış oluyor. Her bir atölyesi içinde bulunduğu kentle ve hissettirdikleriyle İzer için çok özel. Örneğin İzer, Nice’teki atölyeleri için dedesinin sonsuz bir sükunet ve çalışmalarına yansıyacak parlak bir ışık bulduğunu, bu çok güzel yerde, bir ressam olarak yeniden dünyaya gelmiş gibi hissettiğini dile getirdiğini aktarıyor. Büyükada’daki atölyenin de sanatçı için bir o kadar değerli olduğunu, adanın özgün yaşam kültürü ve doğal güzellikleriyle ona huzurlu bir çalışma ortamı sağladığını belirtiyor. Öyle ki sergide yer alan “Büyükada” isimli eser ışık oyunları arasında doğada iki figürü gösterirken sadece ressamın emresyonizme yönelik araştırmalarına referans vermiyor, aynı zamanda ada ile güçlü bağını da anlatıyor. İzer’in altını çizdiği bir başka detay ise dedesinin desen, renkler ve ritim arasında kurduğu ilişki. Bu nedenle sanatçının resimlerinde her zaman bir müzikalitenin olduğuna dikkat çekiyor. Atölyesinde çalışırken mutlaka müzik dinleyen İzer, sadece temel alanında değil, müzik konusunda da heyecanlı bir araştırmacı olmuş, bu ilgisini de üretim sürecine yansıtmış.

SANATI VAR OLMA NEDENİ

Bu seçki kanımca hem sergileme yöntemiyle hem de sergi kitabıyla bir bütünlük sunuyor. Küratörlerin kaleme aldığı ve sanatçının üretken dünyasını anlatan incelikli metinler, serginin doğasını anlamaya yönelik ipuçları bırakıyor. Diyebilirim ki “Paris, İstanbul, Nice” isimli bu retrospektif sergi sürekli çalışarak, araştırarak ve gözlemleyerek kendini büyüten, zaman mevhumundan uzak, haz alarak üreten, beğenilmemekten çekinmeyen, sanatı bir “var olma nedeni” olarak gören özgür bir sanatçı figürünü gözler önüne serdi…