Namibya’da başlayan safari serüveni Zambiya’da devam ediyor. Komşusu Zimbabwe’den, Zambezi Nehri’nin çizdiği doğal sınırla ayrılan bu ülke, alan olarak dünyanın en büyük 39. ülkesi olmasına karşın nüfusu sadece 18 milyon. Buraya özgü kuşların yanı sıra su aygırları ve timsahlarla vahşi doğa fotoğrafçılarını kendine çeken Zambiya’da görülmesi gereken yerlerden biri de Victoria Şelaleleri.
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: SERHAN AKIN
Sevgili okuyucular, geçen sayıda sizlere ulaştırdığımız ve Namibya seyahatimi anlattığım fotoğraf ekine gösterdiğiniz ilgi ve destek için teşekkürlerimi sunuyorum. Ekte Namibya’daki gözlemlerim ve ülkenin vahşi yaşamını anlatmaya çalışmıştım. Bu sayımızdaysa yeni bir macera için yine Afrika’da başka bir ülkede, Zambiya’dayız. Sizlere kısaca Zambiya’yı tanıtıp safari hazırlığı nasıl yapılmalı, nasıl bir ekipman seçimi olmalı bu konulara değineceğim. O zaman safari başlasın!
17 günlük Namibya turunu bitirip çölü ve birçok çöl hayvanı türünü görüntüleyip Namibya’yla vedalaştım, kısa bir uçuşun ardından Zimbabwe’ye geldim. Burada hiç vakit harcamadan bir arabayla Zambiya’ya geçerek Livingstone şehrine ulaştım. Zambiya ve Zimbabwe, iki komşu ülke. Aralarından geçen meşhur Zambezi Nehri, sınır vazifesi görüyor. 2,5 kilometrelik uzunluğuyla Zambezi, aynı zamanda Zambiya’ya ismini de veren nehir ve barındırdığı vahşi hayvan çeşitliliğiyle doğa fotoğrafçıları için önemli bir safari rotası. Namibya’da çöle yeterince doyduğumdan böyle bir coğrafi değişiklik Afrika turunu noktalamak için iyi bir final oldu. Ayrıca nehir kenarında olmamız sebebiyle değişik kuş türlerini fotoğraflayabilme imkanı da doğdu.

Zambiya, Afrika kıtasının güneyinde yer alan ve denize kıyısı olmayan bir ülke. 752 bin metrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük 39. ülkesi olan Zambiya’da sadece 18 milyon kişi yaşıyor. Birçok Afrika ülkesi gibi Zambiya da maalesef beyaz adamdan nasibini alan yerlerden biri. 1890 yılında komşusu Zimbabwe’yle beraber İngiltere sömürgesi altına giren ülke 1964’te bağımsızlığını kazanmış. Zengin doğal kaynakları olmasına rağmen ekonomik durumu parlak olmayan Zambiya’da halkın yüzde 48’i yoksulluk sınırında hayatını idame ettiriyor. Yine de insanlarının neşesinden çok bir şey kaybetmediğini gözlemledim. Hafif tropik bir iklime sahip olan Zambiya’da mayıs ve eylül ayları arası soğuk ve kurak, ekim ve kasım arası sıcak ve kurak, aralık ve nisan dönemi ise aşırı sıcak ve yağışlı.
Benim ziyaret ettiğim ağustos ayında hava sıcaklığı gündüzleri 21 derece civarları seyrederken geceleyin 6 dereceye kadar düşüyordu. Yine de bu ayın ziyaret için uygun olduğunu söyleyebilirim.
![]()
VAHŞİ DOĞANIN “KOMİK” CANAVARI
Zambiya’da Livingstone şehrinde Zambezi Dusk nehrinin hemen kenarındaki bir lodge’da kaldım. Bu güzel tesiste bol bol nehir safarisi yapma şansımız oldu. Ülkenin sembolü olan Afrika balık kartalını gördüm ve görüntüleyebildim. Bu muhteşem kartalın ve bölgeye özgü diğer kuşların yanı sıra su aygırları ve timsahlar da Zambezi Nehri’nin diğer sakinleri olarak objektifime takılan hayvanlar oldu. Nehirde ciddi bir su aygırı popülasyonu mevcut ve kaldığımız yerin etrafı bu hayvanlarla dolu. Yaşadığımız alana girmelerini önlemek için tesis etrafına elektrikli tel çekilmişti fakat ülkede tasarruf için her gün belirli saatler arasında elektrik kesintisi yapılıyor. “Vahşi doğada en çekindiğin hayvan hangisi?” diye bana sorarsanız ilk sıraya hiç düşünmeden su aygırını koyarım. İri cüsselerini taşıyamayacak gibi duran güdük bacaklarıyla komik görünseler de son derece hızlı koştuklarını gözlerimle gördüm. Karakter olarak da bölgeci bir hayvan oldukları için çok agresifler. Ama ne mutlu ki kaldığımız yere girme çabaları olmadı. Bu arada Zambiya’dayken onlarla alakalı ilginç bir bilgi öğrendim. Ben su aygırlarının yüzebildiğini zannediyordum. Ancak hayatlarının önemli bir bölümünü suda geçirmelerine rağmen su aygırları yoğun ve ağır kemik yapıları nedeniyle yüzemiyorlar. Suda hareket edebilmek için yürüyor ve koşuyorlar. Aynı karada olduğu gibi suda da çok hızlı koştuklarını söyleyebilirim. Üç tona ulaşabilen bu devlerin otçul beslenen hayvanlar olması da bir başka ilginç bilgi.
ŞELALEDEN UÇMA TEHLİKESİNE RAĞMEN ÇEKİLEN KARELER
Livingstone şehrinde görülmesi gereken önemli bir yer de Victoria Şelaleleri. Şehre adını veren İskoç kaşif David Livingstone 1855’te burayı ziyaret ediyor ve Kraliçe Victoria’nın anısına şelalelere kraliçenin ismini veriyor. Büyüleyici bir görsele sahip olan dev şelalelerin üzerinde gökkuşağı da görebiliyorsunuz. Adrenalin sevenler şelalenin döküldüğü yerlerden birinde bulunan “şeytanın koltuğu” manasına gelen “Devil’s armchair” isimli noktada fotoğraf çektirebilir. Burada bir rehber eşliğinde fotoğraf çektirme noktasına yürüyüp suya giriyorsunuz ve rehber sizi ayağınızdan tutarak şelaleden aşağı uçmanızı önlüyor ve bu arada fotoğrafınızı çekiyor. Yükseklik korkum olduğu için ve kaderimi bir rehberin eline teslim etmek istemediğimden ben bu atraksiyona girmedim. Seyahatim boyunca bana eşlik eden yeğenim Oğuz ise buna cesaret etti ve bu deneyimi yaşadı. Ancak Devil’s Armchair’den döndüğünde bu deneyimin son derece korkutucu olduğunu söyleyerek ne kadar doğru bir karar verdiğimi de teyit etmiş oldu.
Livingstone’da 5 gece geçirerek “Yeniden görüşmek üzere” deyip Afrika kıtasıyla vedalaştık ve Türkiye’ye döndük. Afrika kıtasına giden ya çok mutlu olup tekrar gitmek istiyor ya da kendine göre olmadığını fark edip bir daha ayak basmıyor. Bunun ortası yok. Ben Afrika’da 21 gün boyunca hayatımın en güzel yolculuklarını yaşadım ve yeni yerler keşfetmek için mutlaka buraya döneceğim.
ÖNCE HANGİ ÜLKEYE GİDECEKSİNİZ?
Sizin de Afrika’da safari yapma konusunda niyetiniz varsa kendi deneyimlerime dayanarak bazı bilgiler paylaşmak istiyorum. Afrika tabii ki çok büyük bir kıta ve ilk olarak hangi ülkeyi ziyaret edeceğiniz konusunda karar vermeniz gerekiyor. En popüler destinasyonlar olarak Kenya, Güney Afrika, Botswana, Namibya, Zambiya ve Tanzanya’yı sıralayabilirim.
İlk kez ziyaret edecekseniz bir tur veya rehber eşliğinde gitmenizde büyük fayda var. Safaride konaklama için iki seçeneğiniz var. Birincisi çadır kampı. Bu doğayla iç içe hem güzel hem de ekonomik bir deneyim olacaktır. Fakat kamp yapacağınız yerde çok fazla vahşi hayvan olacağı için bu herkese göre bir deneyim olmayabilir.
Çadırda kalanlara hayvanların saldırdığı pek duyulmuş bir şey değil ancak gece vakti arazide çok fazla gezinmemek gerekiyor. Kamp turları yapan gruplara katılabileceğiniz gibi münferit olarak da bir araç kiralayıp çeşitli bölgelerde kamp yapabilirsiniz. İkinci seçenekse lodge olarak adlandırılan tesislerde kalmak. Lodge’lar genelllikle ahşap veya taş kulübelerden veya içinde banyosu, tuvaleti olan lüks çadırlardan oluşuyor. Buralarda 3 öğün yemeğiniz sağlanıyor ancak yemek konusunda fazla alternatif bulunmuyor. Eğer et sevmeyen biriyseniz yemeklerde zorlanabilirsiniz. Alışık olduğumuz dana ve tavuk gibi seçimler olduğu gibi (bunları da son derece lezzetli pişiriyorlar) antilop türleri gibi av hayvanlarını da tadabilirsiniz. Av hayvanı sert olur diye bir ön yargınız kesinlikle olmasın. Marine tekniğinden mi yoksa pişirme tekniğinden mi bilmiyorum çok lezzetli av etleri yiyebilme şansım oldu. Antiloplar içinde springbok, kudu ve eland isimli türleri rahatlıkla yiyebilirsiniz. Hatta dana etinden daha lezzetliler. Bu arada da belirtmek isterim ki lodge’larda genellikle hayvanlarla beraber yaşıyorsunuz. Bazılarında elektrikli tel olsa da canı isteyen hayvanın lodge’lara rahatlıkla geçebildiğini bizzat deneyimledim. Bu, korkmanızı gerektiren bir durum değil. Kalacağınız yerdeki hayvanlar toklar ve ben lodge’da veya kamp alanında birine yırtıcı hayvan saldırdığını duymadım. Ayrıca yatağınızda mışıl mışıl uyurken hemen yanı başınızda sırtlan, çakal sesleri duyuyorsunuz bu da paha biçilemez bir duygu. Lodge’ların dezavantajı ise fiyatları. Butik tesisler oldukları için kalacak yerler sınırlı. O yüzden sezonunda gideceksiniz bir sene önceden rezervasyon yapmanız gerekiyor.
KIŞ MEVSİMİ BİZİM BAHARIMIZ GİBİ
Güney Afrika, Botswana, Zambiya ve Namibya gibi ülkeleri ziyaret edecekseniz en uygun dönem, haziranda başlıyor, eylülde bitiyor. Bu aylarda orada kış mevsimi yaşanıyor ancak hava gündüzleri bildiğimiz bahar havası gibi. Geceyse ciddi sıcaklık düşüşü yaşanıyor o yüzden yanınızda termal içlik ve polar getirmenizde fayda var. Ayakkabı olarak su geçirmeyen, hafif ve ayağı serin tutabilen bir bot çok önemli. Bir diğer mühim konu, arazide hayvanların dikkatini çekmemek için yeşil, kahverengi ve beyaz kıyafetler seçmeniz.
Gündüz vakti güneşten korunmak için de bir şapkaya ve geceleyin başınızı sıcak tutmak için bereye ihtiyacınız olacaktır.
Son olarak da fotoğraf ekipmanı seçimi konusuna değinmek istiyorum. Burada kendi deneyimime göre yorum yapacağım ama siz de kendi ihtiyacınıza göre seçim yapabilirsiniz. Bu seyahatimi çift fotoğraf makinesiyle yaptım ve çoğunlukla iki makinem de yanımdaydı. Hayvan çekimi yapacaksanız teleobjektifi olan bir makine kullanmanız şart. Teleobjektifler de maalesef en pahalı lensler arasında yer alıyor. Teleobjektifleri sabit odaklı prime lensler ve hareketli odaklı lensler olarak ikiye ayırabiliriz. Sabit odaklı düşük diyaframa sahip olan prime lensler müthiş bir keskinlik ve alan derinliğine sahip olacaktır. Fakat buradaki sıkıntı, objektifimiz sabit olacağı için biz onunla zoomlama yapamayacağız. Diğer dezavantajı ise maliyeti. Ayrıca düşük diyaframlı lenslerin ağır olduğu gerçeğini de gözardı etmemek lazım. Hareketli odağa sahip bir lens alırsak da görüntü kalitesinden biraz ödün vereceğiz ancak bu da odak mesafesi konusunda bizlere esneklik sağlayacaktır. Ben burada 150-600 mm gibi oldukça uzun bir aralığa sahip lensi seçtim. Böyle bir lens, full frame sensöre sahip bir makinede çok ağır olacağı için de makine seçimimi 4:3 sensöre sahip olan Olympus OM-1 adlı aynasız makineden yana kullandım. Full frame bir makine daha büyük bir sensöre sahip olduğu için doğal olarak ışığı az ortamda daha iyi performans sağlar, daha iyi bir görüntü kalitesine ulaşırsınız. Ayrıca müthiş bir alan derinliğine sahiptir. Ancak ben çoğu zaman elde çekim yaptığım için makinemin hafif olması benim için daha önemli bir faktör oldu. Sonuç olarak da çektiğim fotoğraflar ve videolardan son derece memnun kaldım.
NEDEN İKİ MAKİNEYLE DOLAŞTIM?
Benim deneyimime göre full frame sensörlü bir makine, teleobjektif kullandığınız zaman aşırı elzem değil. Sonuçta en iyi makine sizin en rahatlıkla kullanabileceğiniz makinedir. Her zaman belirttiğim gibi fotoğrafı makine değil, fotoğrafçı çeker. İkinci makinem ise daha çok manzara çekmek için kullandığım full frame sensörlü Sony A7 isimli modeldi. Bu makineyi geniş açı çekimlerinde kullandım ve belirtmek isterim ki geniş açı çekimlerinde full frame makine fark yaratıyor. Peki, iki makinenin aynı anda yanınızda olması neden önemli? Vahşi doğada hayvan çekimlerinde zamana karşı yarışıyorsunuz. Doğal olarak hayvanlar sizin fotoğraf çekmenizi beklemeyecek. Diyelim ki yanınızda teleobjektifli bir makine var ve hayvanları uzaktan çekiyorsunuz. Ancak o sırada bir fil yakınınıza geldi. Mesafe yakın olduğu için fil kadraja sığmayacaktır. Lens değiştirmek isterseniz hayvanın gitme ihtimali var. Ancak yanınızda başka bir lens takılı makine varsa o anı kaçırmayabilirsiniz. Ayrıca arazideyken sensöre toz kaçma ihtimalinden ötürü aynasız sistemlerde lens değiştirmenizi kesinlikle önermiyorum. Bunu da şahsen deneyimledim ve sensörü temizleyinceye kadar büyük sıkıntı çektim. Gün boyunca da o makineyi kullanamadım. Makine ve objektiflerin dışında gece manzara çekimi yapacaksanız tripod, arazide çekim yapacaksanız monopod yanınızda olmalı.

Gördüğünüz gibi doğa fotoğrafçılığı bütçe gerektiren bir fotoğrafçılık dalı. Bunun da avantajı ekipmana para harcadığınız için kötü alışkanlıklara para kalmıyor! Doğada geçirdiğiniz vakit, bedeninizi ve ruhunuzu şifalandırıyor. Değişik coğrafyalar, değişik insanlar tanıma vasıtasıyla ufkunuz genişliyor. Yeni bir ülkede görüşmek üzere hoşça kalın!
