Kasım2 , 2024

Dans ederken dokuyor, dokurken dans ediyor…

İlgili Yazılar

Şimdi Contemporary İstanbul zamanı!

Türkiye'nin önde gelen çağdaş sanat fuarlarından Contemporary İstanbul, 19....

Türk-Japon Dostluğu Odağında Rakugo ve Komedi

400 yıllık hikaye anlatma geleneği Rakugo, Japonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin...

Sinema dünyasının ortasında Kalkütalı bir komple sanatçı

Sinemayla dopdolu yirmili yaşlarım geri gelmese de eski...

istanbulansiklopedisi.org erişime açıldı

Reşad Ekrem Koçu’nun “İstanbul Ansiklopedisi”nin basılı ciltleri ile ilk...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Dünyaca ünlü modern dans okullarının seçmelerine girip kazanan o. Anadolu kiliminin geleneksel tekniklerine uygun şekilde dokuduğu eserleriyle uluslararası alanda başarılar kazanan o. Norveç Kraliyet Ailesi’nin davetlisi olarak orada sergi açan da o, Tayland Kraliçesi’nin isteği üzerine onun portresini dokuyan da. Anadolu Ajansı’nın Kraliçe Elizabeth’e sunduğu dokuma portrede onun imzası var. Hazırladığı giysiler New York Moda Haftasında görücüye çıkıyor. İşte karşınızda, Fırat Neziroğlu…

SÖYLEŞİ: SENUR AKIN BİÇER

Neziroğlu ile kapısını çalan Covid-19’u hızlıca ağırlayıp gönderdiği günlerin hemen ertesinde Zoom’da bir araya geldik.

Fırat Neziroğlu adını önce dansla ardından dokuma ile duyuran bir sanatçı. Dünyaca ünlü modern dans okullarının seçmelerine girip kazanmış, Anadolu kiliminin geleneksel tekniklerine uygun şekilde dokuduğu eserleriyle uluslararası alanda başarılar edinmiş. Norveç Kraliyet Ailesi’nin davetlisi olarak orada sergi açan da o, Tayland Kraliçesi’nin isteği üzerine onun portresini dokuyan da. Anadolu Ajansı’nın Kraliçe Elizabeth’e sunduğu hediye de Fırat Neziroğlu imzalı bir Kraliçe portresi olmuş. Tüm bunların yanında belediyelerle ve kurumlarla sosyal sorumluluk projelerini bir bir hayata geçiren, kadınlara dokuma öğreten halen Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğrencilere ders veren sanatçı, aynı zamanda ülke genelindeki 24 Olgunlaşma Enstitüsünün de danışmanı. Hazırladığı giysiler New York Moda Haftasında görücüye çıkıyor. O bir ülkeye giderken eserleri başka başka kentlerde sanatseverlerle buluşuyor. Geçen yıl Avustralya’da da sergi açtı. Böylece dokumalarıyla adım attığı ülke sayısı da 15 oldu. Pandemi döneminde de oldukça üretken olan Neziroğlu ile kapısını çalan Covid-19’u hızlıca ağırlayıp gönderdiği günlerin hemen ertesinde buluştuk. Bize güzellik yarışmasında dereceye giren ülke, dünya ve kainat güzelleri için hazırladığı giysileri de anlattı, ta çocukluğundan itibaren sanat hayatını da…

 

ÜÇ ÇOCUĞUN EN BÜYÜĞÜ

İzmirlisiniz, orada doğup büyüdünüz. Biraz yaşantınızı, çocukluğunuzu anlatır mısınız?
Üç çocuğun en büyüğüyüm, erkek ve kız kardeşlerim var. Babam futbolcu. Bizim de sporcu olmamızı istemişti ama ne erkek kardeşimin ne benim futbolla işimiz oldu. Ben yerde duran topa üç kez üst üste vuramıyordum. Futbolla ilgilenen bir çocuk için babam, kız kardeşimin doğmasını bekledi. Çünkü içimizde futbola meraklı çocuk o oldu. Burçin Neziroğlu, dünyaca başarılı bir ritmik jimnastikçi, dünyada ilk dörtte. Annem öğretmen, müthiş destekleyici bir kadın. Bize her şey tabakta sunuldu. Bir şey için çaba sarf etmedik. Yani yaptığımız iş sırasında yorulduk, üzüldük ama onun dışında her şey rahattı.

İzmir’den İstanbul’a gelmek… Çoğunluk için göz korkutucu bir karar olabiliyor. Siz kolay alışabildiniz mi?
İzmir’de bahçeli bir evdeydim. İstanbul’a gelince de İzmir’e en benzeyen yeri seçmek istedim, o yüzden Moda’dayım. Herkes İstanbul’a karmaşa, kargaşa diye bakıyor ama ben bir üst caddeye çıkıyorum. Aşağı iniyorum. İşe vapurla gidiyorum. Benim için İstanbul başkalarının anlattığı gibi karmaşa ve kargaşa değil.

Uzun yıllar bale eğitimi aldınız. Üstelik hem ülkemizin en ünlü hocalarından hem de ABD’de dünyaca ünlü merkezlerden. Peki, dans hikayeniz nasıl başladı?
Ailemin kararıyla dans ettirildim! Benden sonra kardeşlerim de devam etti. Dedim ya babam sporcuydu, bizde dört yaşına giren spor salonuna da girerdi. Ama benim sporcu olamayacağım belli olunca babam beni dansa yönlendirdi. Dansa ilgim ve yeteneğim olduğunu anlamışlar.
Evet, çok iyi hocalardan ders aldım. Suna Eden Şenel hocamı geçen yıl kaybettik ki kendisi Atatürk’ün ülkemizde Türk balesini kurup geliştirmekle görevlendirdiği Ninette de Valois tarafından İngiltere’ye Royal Ballet’ye gönderilmiş dört genç kızdan biriydi. Suna Hoca o kadar müthiş dansçı ki dört yıllık eğitimi bir buçuk yılda tamamlıyor orada. Royal Ballet’deki ilk hocamızdı. Daha sonra ABD’de modern dansın kurucusu Martha Graham’ın dans okullarında eğitim aldım.

Fırat Neziroğlu dokumadan vazgeçtiği dönemde bir araya getirdiği 12 kişi ile birlikte Modern Dance Lab’i kurmuş. Birlikte Müzeyyen Senar’ın hayatını anlatan “Müzeyyen” isimli eseri sahnelemişler.

BIRAKSALAR TARİH ÖĞRETMENİ OLURDUM

Ama üniversitede dansa devam etmemişsiniz. Güzel Sanatlara ama farklı bir bölüme girmişsiniz. Neden tekstili seçtiniz?
Aslında benim için annem seçti. Bana bıraksalar tarih öğretmeni olurdum. Sanatla filan ilgilenmezdim. Bana sorsalardı “İster miydin?” diye. Bilmiyorum. Ama şimdi “Mutlu musun?” diye sorsanız çok mutluyum. Hayalini kurduğum şeyleri yaşıyorum. Dışarıdan deli dolu, çılgın gibi görünüyorum ama özünde de sakin, sessiz bir insanım.

Çok ilginç, annenizin bu seçimi sizi rahatsız etmedi mi?
Şöyle oldu, üniversite zamanına gelince annem benim için Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Bölümünü seçti. Sınava girdim, kazandım, okula girdim. Annemin seçiminden rahatsız olmadım çünkü ben sınırlara bayılırım!
Ben bir şeye karar vermezsem çok mutlu oluyorum. Bana “Şunu mu istiyorsun bunu mu?” demesinler. Çünkü bilmiyorum. Ama bana “şunu” derlerse ben onun içinde oynarım istediğim gibi. Annem de “Hadi, sen bu bölüme gir” dedi. Hadi girdim. Giysi tasarlıyorum ama asla istemedim, sevemedim. Daha önce hep dans etmişim, atlama zıplama olmuş hayatımda. İki yıl moda okudum sandalyede oturdum. Bu beni gerdi. Hiç mutlu olmadım.

Peki, sonra?
Bir gün okulda dolaşırken dokuma tezgahını gördüm. Müthiş! Dokuma bölümünden bir arkadaşım da benim bölümüme geçmek istiyordu. O benim yerime geçti, ben de onun.

Dokumayı böyle müthiş kılan ne?
Arkeolojik kazılarda genellikle üç ev çıkar; seramik evi, ekmek evi ve dokuma evi. Binlerce yıl önce farklı coğrafyalarda yaşamış insanların aynı şekilde dokuduğunu anlıyoruz o kazılardan. Üstelik tekstilin yani dokumanın ilk örneklerinin tamamı Anadolu’da. Bu, hepimizin genlerinde var.

Bu topraklar için bu denli önemli olan dokuma sizin için ne anlama geliyor?
Dokuma benim için hayat gibi. Ortasından başlayamıyorsun. Önce birinci sırayı yapman gerek. Söktüğün zaman izi kalıyor. Devam edersem de o izle devam ediyorum. O ilk sıralarda müthiş heyecan oluyor. Önce renkler patlıyor, sonra yavaş yavaş yerine geliyor… Dokuma benim için tam bir meditasyon. Aslında hepimizin aradığı şey dinginlik. Çünkü bize hep her şeyin daha hızlısı, daha ucuzu, daha çok para getireni dayatılıyor. Ama benim bütün bu dahalarım hep yavaşa doğru.

Akademideki eğitime bir tepki olarak ortaya çıkan “Akıl Hastanesi” isimli sergisi ile büyük başarı kazananan Fırat Neziroğlu’nun sergideki eserlerinden ‘İşeyen Fırat’ isimli çalışması Londra’da Sotheby’s müzayedesine çıktı ve ardından Christie’s müzayedesinde katalog kapağı olarak yer aldı.

KİLİMLERİN DİLİNİ OKUMAK

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar’da öğrencilikten hocalığa geçmişsiniz.
Evet, 2000 yılında Tekstil Tasarım Dokuma Bölümünden mezun oldum, sonra yüksek lisans yaptım 12 yıl araştırma görevlisi olarak çalıştım ama yaptığım iş sekreterlikti, getir-götür yapıyorum. Yurt dışı, davetlerine gitmem yasaktı, sergi açmam yasaktı. “Tamam” dedim “O zaman bırakıyorum” ama bir şey de yapmam lazım! Bütün hocalarımı, onları tanımlayan kıyafetleri ile tuvalette iken dokudum. Kendimi de ayakta işerken çizdim çünkü içimi döküyorum. “Akıl Hastanesi” adını verdiğim sergimin davetiyesi ile istifa mektubumu bölüm başkanına sundum. Bana “Oğlum, sürünürsün” dediler. O zaman dedim ki, “Ben buradan ayrılınca sürüneceksem bu bölüm neden var? Dokuma ile hayatın geçmeyeceğini düşünüyorsanız bu kadar öğrenciyi niye mezun ediyorsunuz?” Ne oldu biliyor musunuz? Bu “Akıl Hastanesi” sergisi önce Akbank Günümüz Sanatçıları Sergisi’ne seçildi ardından da Siemens Sanat Sergisi ödülünü kazandı. Benim bir Kore maceram da oldu. Ben Kore’ye giderken “İşeyen Fırat” da Londra’da Sotheby’s müzayedesine çıktı. Sonra Christie’s müzayedesine girdim, katalog kapağı oldum. Yani bana tam da dokuma ile hayatın geçtiğini gösteren şeyler oldu.

Sizce yaptığınız işin bu denli ilgi çekmesinin nedeni ne?
Aslında geleneksel bir iş yapıyorum. Anadolu’da binlerce yıldan bu yana kilim dokunuyor. Ben o tekniği değiştirmeden, bozmadan yapıyorum ama canımın istediği deseni yapıyorum. Çünkü kilimin bir dili var. Çok eskiden olduğu gibi. Kilimin kendine has bir dili vardı. Diyelim ki bir genç kız evlendi, bir eve gelin gitti. Gittiği yerde mutlu ise kayınvalidesinden memnun ise dokuduğu kilimde hayat ağacı oluyordu. Yani “Ben buraya bollukla, bereketle geldim. Hayat getirdim. Burada mutluyum” diyordu. Ama eğer mutsuzsa kayınvalidesi sivri dilliyse mesela kiliminde hani pıtrak dediğimiz dikenler var ya onlardan olurdu. Daha da ilginci kadının tüm bu anlattıklarını kocası da komşusu da kayınvalidesi de bilirdi. Kilim, sessiz iletişimin aracıydı. Bugün yine dili var ama ben anlatmak istediklerimi o eski motiflerle değil, günümüze göre anlatıyorum. Benim derdim tekstil içinde gerçekliği aramak; kurgu olmadan. Ben kendi derdimi göz göze bakarak anlaşmakta buluyorum. Onun için eserlerimle karşılaşan insanlar göz göze gelsin, gözünün içine baksın istiyorum.


İLK BAŞLARDA SAYA SAYA YAPTIM

Peki, nasıl yapıyorsunuz? Teknolojiden örneğin bilgisayar programlarından yararlanıyor musunuz? Yanlış yaptığınızda ne oluyor? Gözün, kaşın, kulağın yerini, ölçüyü nasıl tutturuyorsunuz?
Anadolu kilim tekniğini alıyorum, yeni bir şey bulmak kaygısı gütmeden yapıyorum.
Dokuma hemen olan bir süreç değil. 3-5 saatte iki parmaklık sıra dokuyabiliyorum. Haftalar, aylar sürüyor bir eserin ortaya çıkması. Bir ay içinde bununla ilgili formlar değişiyor. Yavaş yavaş o silüetler en gerçek, yalın hale geliyor.
Bilgisayar programlarını hiç kullanmıyorum. Kolayı o, photoshop’a koy resmi, orada verilen renklere göre doku. Bunu yapan da var. Ama bana göre değil. Ben ilk başlarda saya saya yapıyordum ilmekleri, şimdi görüyorum nereye ne geleceğini. Yine de ilk sıralarda biraz yavaş yavaş ilerliyorum gibi. Koyu renkler kullandığımı fark ettim mesela ilk sıralarda. Sonra o gözün nerede başlayıp bittiğini görüyorum sanki içimde. Öyle dokuyorum.

Görüyorum orada diyorsunuz ama biraz anlatır mısınız?
Biz güzel sanatlar fakültesi eğitimi aldık. Orada üç gün normal ders alırdık, iki tam gün de desen dersi. Işığı ile gölgesi ile bir insanın çıplak ve giyinik modelini çiziyorduk. Benim resim bilgim herkesin resim bilgisi kadardı. Bildiğimiz resim eğitimi. Işık gölgeyi biliyoruz, dokuyu biliyoruz, alanı biliyoruz, proporsiyonu biliyoruz. O zaman kolay oluyor.

Okulda iken giysi tasarlayamadığınızı sevmediğinizi söylediniz ama New York Moda Haftası’nda defile yapıyorsunuz. Buraya nasıl geldiniz?
Çok acayip oldu. Dokuduğum için sevdim. Dokumam eksikmiş benim. O zaman yapsam herkes gibi olacaktı. Giyside eksik olan şey dokumammış, oraya dokununca işin güzelliğini anladım.

Her söyleşinizde geleneksel sanatlar çerçevesinde iş yaptığınızı vurguluyorsunuz…
Geleneksel sanat olarak kabul ediliyor olmam gönlümü çok rahatlatıyor. Beni geleneksel sanatlar bünyesinde kabul eden hocalarım beni değerli kılıyor. Az önce konuştuk, kilimlerin dili var. Ama eskinin dili, sembolü farklı. Dokumaya başladığımda “Acaba ben bugün eski desenlerden dokursam karşılığı ne olur?” diye düşündüm. Şehir insanı olarak sokağa çıktığımda pıtrak gibi bitki görmüyorum, asfalt ve çamur görüyorum. O nedenle o günkü dokuyucunun değil, orada anlatmak istediği ne olabilir diye ben bu portreleri dokumaya başladım. Çünkü göz göze anlaşabiliyor olmak da benim bugünkü sembol dilim.

 

HER YIL İZMİR’DE SERGİ AÇIYORUM

Eserleriniz Norveç, Tayland, İngiliz Kraliyet Aileleri’nde, yurt dışında birçok yerde. Ancak ülkemizdeki durumu merak ediyorum. Türkiye’de daha az mı sergi açıyorsunuz?

Dokuma sanat olarak görülmüyor. Pandemi döneminde Contamporary İstanbul’da eserlerim sergilendi. Bu yıl dijital olarak yapıldı bu sergi ve bir sanat profesörü sergiyi gezdiriyordu. Beni de davet ettiler bu sanal geziye. Katıldım. Profesör, sergiyi anlatırken benim olduğum salonda beni (eserimi) atladı. Ben Türkiye’de sanatçı olarak tanınmıyorum. Çünkü sanatın bir modası var.
Sergi konusuna gelince yurt dışında daha çok sergi açıyorum evet ama İstanbul’da da üç dört yılda bir sergi açıyorum. Hatta yurt dışında açacağım her sergiden önce annem, babam, arkadaşlarım da yaptıklarımı görsün diye her yıl muhakkak İzmir’de bir sergi açıyorum. Gelenler yine sadece annem, babam, arkadaşlarım… Sonra yurt dışı sergileri ile ilgili post paylaşınca altına gelen yorumlar oluyor. “İzmir’de ne zaman sergi açacaksınız?” diye. Oysa her yıl açıyorum, duyurusu da oluyor ama..

Çok ciddi bir sağlık sorunu geçirdiniz…
Evet, boynumdan bir parça alınırken sinirim hasar görmüş. Fark edilmedi bu önce, sağ elim felç oldu. Ben yine de bir sene tek elimle günde bir sırada olsa dokuma yaptım. Biliyor musunuz o yıl New York Moda Haftası’nda ilk kişisel defilemi yaptım. Olmuyor diyorsak bir işle ilgili, o zaman, biz yapmıyoruzdur. Elimizde bir şey cana gelmiyorsa biz hakkını vermiyoruzdur. O büyük sağlık sorunu bana huzuru getirdi. Huzurun önemini gösterdi.

Siz tekniğinizi nasıl isimlendiriyorsunuz?
Ben yaptığım işe isim veremeyeceğim. Çünkü bana ayıp geliyor. Kısa eğitimlerin hocaları, bu kısa eğitimlerinin sonuçlarını bir düstur gibi anlatmaya başladı. Bunun temelinde de para kazanmak var. Biz okumuş ve gönül vermiş insanlar olarak bunun edebini aldığımız için o noktalarda sakin duruyorum. Muhakkak ki benden daha iyi bilecek hocalarım var. Bir söz söylenecekse benim için kişinin kendisinin söylemesi ayıp geliyor bana.
Ama şunun mutluluğunu yaşıyorum. O nedenle paylaşabilirim. Kanada’daki çok büyük tekstil derneklerinde “Fırat Neziroğlu gibi dokumak” diye atölyeler düzenleniyor. Beni oralara davet ediyorlar, konuşma yapıyoruz. Bir de Uzak Doğu’da, ABD’de benim tekniğimi ders olarak anlatıyorlar üniversitelerde. Oralara katılıyorum. Bundan büyük mutluluk duyuyorum.

Dokumayı sanat olarak yapmak isteyenlere neler söylemek istersiniz?
Benim Sühandan Hocam vardı, yeni kaybettik. Lif sanatı terimini Türkiye’ye getiren kadın o. DEÜ GSF’de onunla 10 yıl çalıştım. Bir de Belkıs Balpınar var. Bu iki ismi söylemeden olmaz. Onlar yolu açtılar, biz yürüyoruz. İkisiyle de çalışırken şöyle oldu. Belkıs Balpınar’ın işlerine bakarsınız, beni görmezsiniz, onu görürsünüz. Sühandan Özay’ın işlerine bakarsanız onu görürsünüz. Onlar da bana kendim gibi dokumayı öğrettiler. Benim söyleyeceğim de şu; tek şey kişinin kendi dilini ve ihtiyacını bulması. Başka birini taklit edince ne olacak ki! Benim gibi dokuyan birçok isim çıkarsa o zaman herkes beni anar. Kişi için de kötü olur o. Öğretmenlerim bana kendileri gibi dokutmadılar, ben de yeni gelenlere “Benim gibi dokumasınlar” derim sadece.

Geleneksellik mi, modernizm mi? Sizi hangisi besliyor?
Modernizmden nefret ediyorum. Şimdi bana “Yaptığın modern sanat, nasıl bunu söylersin?” diyenler olabilir. Ama ben modern sanat yapmıyorum. Geleneksel Anadolu kilimi dokuyorum. Anadolu kiliminin teknik özelliklerini bozmuyorum. Benim oraya koyduğum birkaç düğüm tekniği var. Onlar da boşlukta duruyorlar. Bunlar da işin bugüne gelen kısmı. Çünkü bence köksüz ağaç solar. Bir ulus, kendi diliyle konuşmadığı anlatmadığı zaman olmaz. Şiir en güzel kendi diliyle okunur, başka bir dile çevrildiği zaman akışkanlığı kaybeder. Bugün modernitenin bize sunduğu küçük kutu evlerde neden yalnızız, neden mutsuzuz? Çünkü herkes gibiyiz. Özünde insan bir, biricik olmak ister. Her evlenen aynı L koltuğu alıyor, karşısına aynı televizyonu koyuyor. Ben ilk defa bir eve girdiğimde susadığımda bardak almak için mutfağa girersem bardağın nerede olduğunu bulabilirim. Çünkü modernizm bana söyledi. Sen düşünme, en güzel yer burası, dedi. Ben eski masallara, geleneklere, anneanne işlerine bayılıyorum. Başka hiçbir ülkede yok bu işler. Ama bize çok sıradan geliyor. Benim dokumalarım Türkiye’de çok değer görmüyor. Ama dışarıya çıktığımda şu kapıdan, kırmızı halı seriyorlar. Çünkü bu toprakta hepimizin anneannesi dokuyordu. Farklı bir şey değil. Bana dışarıda “Yetenekli, dahi” filan diyorlar. Diyorum ki onlara “Valla bizim orada herkes dokuyor”. Kısacası hiç modernitede yerim yok…

 

Bir de bu yıl Miss Turkey Güzellik Yarışması’nın kazananları, dünya ve kainat güzellik yarışmalarında sizin tasarladığınız kıyafetleri giyecek. Bu süreç nasıl gelişti?
Benim hayatımdaki her şey kendiliğinden oluyor. Dokuma sanatçısı olayım, modacı olayım diye karar vermiyorum. Hayat o kadar tatlı ki! Bir taraftan çıkarıveriyor. Güzellik yarışması için de vakti zamanında defile yaptığımız Yasin Soy, bu yarışmanın organizasyonunu yapıyor. Aynı zamanda kıyafetler de ayrı bir grupta yarışıyor. Onların da ödülleri oluyor. Orada da Anadolu’dan ne yapacağız derken bana ulaştılar. Yaparım dedim. Önce olgunlaşma enstitüleri ile yapmayı planladım. Çünkü Türkiye’deki 24 olgunlaşma enstitüsünün danışmanlığını yapıyorum. Olgunlaşma enstitüsündeki öğrenciler kıyafetler için küçük prototipleri yaptılar, sonra eğitim yılı sona erdi. Tam o sırada da Pırıl (Pala) ile tanıştık. Pırıl ile tanışmamız inanılmaz! Çünkü aileden tekstilden, dokumadan geliyor. Onunla konuşurken “Tamam prototipler hazır da bunları nerede diktireceğim?” dedim. Çünkü bir şeyin üretimi çok büyük sorun.

Nasıl bir sorun?
Tasarımcı tasarlıyor ama malzeme ile karşı karşıya gelince malzeme “Bir dakika” diyebiliyor, “Ben senin istediğin gibi olmayacağım” diyor. Malzeme ile çatışma süreci bu. O arada Pırıl, bana dedi ki –bunu muhakkak söylememiz lazım- “Seni abiyecilerin kralına gönderiyorum”. Ve ben kendimi Dressing Room’da buldum. Şimdi biz burada Özge Hanım ile karşılaştık, başladık. Burada çok önemli bir şey söylemek lazım. Bir tasarımcının dışarıda, başka bir yerde çalışması aslında bir direnç yaratır. Çünkü her yerin kendi dili, sistemi, bakış açısı vardır. Dışarıdan gelenle ortak noktada buluşmak zaman alır. Ama hayat, en güzel organizatör! Buranın içi know-how! Bir anda kumaşçılara gittik, baskılar yapıldı, taşlar işlendi, el işçilikleri yapıldı. Bunlar 10 gün sürmedi.

Söyleşimizin sonuna gelirken şunu merak ediyorum. Dansı özlüyor musunuz?
Hem de çok. Beş yıldır hiç hareket etmiyorum.
Şimdi kollarımı sıvadım, yeni dans projeleri filan düşünüyorum. Çıkacağım sahneye. Çünkü çok özlüyorum. Aslında pandeminin başında çıkacaktım sahneye araya pandemi girdi.

Dans ile dokuma arasındaki ilişki ne sizin için?
Dinamizm. Dokumada birbirini tekrar eden motifler vardır. Ama benim dokumalarımda hiç öyle sayma yok, her an bir yerden bir şey çıkıyor.

Bence sürekli dans ediyorsunuz, o dans hiç durmamış hayatınızda… İçten cevaplarınızla güzelleşen bu sohbet için tekrar teşekkür ederim. Dilerim en kısa zamanda yüz yüze görüşürüz.
Aynı dileği paylaşıyorum Senur Hanım. Kendimi çok değerli hissettim sizinle konuşurken… Ben teşekkür ederim bu güzel sohbet için.

 

ŞİLE BEZİNİN HİKAYESİ

Fırat Neziroğlu, İstanbul Kalkınma Ajansı ve Şile Belediyesi ile birlikte bir proje de yürütüyor bir süredir. İKA desteğiyle Şile’de açılan 100 tezgahta, toplam 200 kadına Şile bezini aynı eskiden olduğu gibi, eski tekniklerle dokumayı öğreten Neziroğlu; “Anneannelerimiz doğayı bilir, tanır, onunla birlikte hareket ederlerdi. Şile’nin denizinin tuz oranı, Şile sahilindeki kumların inceliği büyüklerimize yol göstermiş, incecik kumaşlar dokuyabilmek için Şile sahillerinde kazanlara deniz suyunu doldurup kaynatmışlardı.
Kaynayan deniz suyu içine de bir kap un dökerek bir çorba hazırlamışlardı. Bu çorbanın içine iplikleri atıp una bulamış, unla güçlenen iplikleri de tezgahlara gerip incecik kumaşlarını dokumuşlardı.
Bu dokunan kumaşları da yine Şile sahilinde denizde yıkayıp incecik Şile kumlarının üzerinde kurutmuşlardı. İncecik kumlar Şile bezlerinin içine işlemiş ancak bu yollardan geçen, unla harmanlanan, denizle buluşup yıkanan kumaşlar Şile Bezi olmuştu” diyor.
Neziroğlu, Şile Bezi projesine başlarken öncelikle koleksiyonu hazırladığını ve satış noktalarını belirlediğini, Şileli kadınların bu işle çocuklarını okutmasını ve göçü önlemeyi amaçladığını vurguluyor.