Kasım2 , 2024

“Hayat, sahneye çıktığım andan itibaren başlıyor”

İlgili Yazılar

Şimdi Contemporary İstanbul zamanı!

Türkiye'nin önde gelen çağdaş sanat fuarlarından Contemporary İstanbul, 19....

Türk-Japon Dostluğu Odağında Rakugo ve Komedi

400 yıllık hikaye anlatma geleneği Rakugo, Japonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin...

Sinema dünyasının ortasında Kalkütalı bir komple sanatçı

Sinemayla dopdolu yirmili yaşlarım geri gelmese de eski...

istanbulansiklopedisi.org erişime açıldı

Reşad Ekrem Koçu’nun “İstanbul Ansiklopedisi”nin basılı ciltleri ile ilk...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

İnşaat mühendisliği okumak için girdiği Boğaziçi Üniversitesinde tiyatro tutkusunu keşfetmiş İlyas Özçakır. Okuldan mezun olur olmaz yönünü tiyatroya çeviren oyuncu, edebi eserlerden yola çıkarak geliştirdiği tek kişilik oyunlarla seyirciye ulaşıyor. Özçakır, sanatla tanışma hikayesiyle de herkese ilham veriyor…

SÖYLEŞİ: HALİME SÜREK KAHVECİ

Hayat, bazı insanları size hediye eder… Bir arkadaşınızın çok yakını, bir diğerinin eşi, sevgilisi de olabilir bu kişi, hiç yüz yüze gelemeyeceğimiz bir oyuncu da…. Tutkusuyla, heyecanıyla öyle işler başarır ki o kişi, sayısız insana ilham verir! İlyas Özçakır da o isimlerden biri; hem benim için hem de sinemaya, tiyatroya gönül vermiş sanatseverler için.
Söz Vermiştin, Anons, Abluka, Tarla, Dört Köşeli Üçgen, Düş Kırgınları adlı filmlerin yanı sıra çok sayıda tiyatro oyununda sahneye çıkan İlyas Özçakır, şimdilerde John Fowles’un muhteşem kitabı Koleksiyoncu’dan aynı isimle uyarlanan oyundaki içe işleyen rolüyle alkış ve ödül topluyor. 13. Savaş Dinçel Tiyatro Ödülleri’nde Müjdat Gezen Sanat Merkezi öğrencileri tarafından En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne layık görülen ve 22. Direklerarası İstanbul Tiyatroları Ödülleri’nde “Küçük Salon Erkek Oyuncu” kategorisinde ödüllendirilen Özçakır’ın hikayesi, sanatla tanışmanın yaşı olmadığını, hikayemizi yazmaya başlamak için asla geç kalmadığımızı gösteriyor.

İlyas Özçakır, şimdilerde John Fowles’un muhteşem kitabı Koleksiyoncu’dan aynı isimle uyarlanan oyundaki rolüyle, tutkulu bir kelebek koleksiyoncusunun sahip olma güdüsünü, saplantılı ve tek taraflı bir ilişkiye taşımasının gerilim yüklü öyküsünü anlatıyor. Oyun aynı zamanda izleyiciyi derin bir sorgulamaya davet ediyor.

İlyas Özçakır kimdir? Oradan başlasak…
Kendini oyuncu kimliği ile tanımlayan, son
5 – 10 senedir de proje yaratmaya çalışandır. Orijinal proje yaratma heveslisidir. Hayatındaki tutku oyunculuktur.

O tutkuyu nasıl fark ettiniz? O yola nasıl girdiniz?
Üniversiteye (Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü) girene kadar hayatımda sanatla alakalı hatta sosyal bilimlerle alakalı ve hatta beynin sağ tarafı ile alakalı hiç ama hiçbir şey yoktu. Hayat benim için matematik, fizik, fen bilimleri ve tantuni idi.

TİYATROYA İKİ KEZ gitmiştim

Matematiği, fiziği anlıyorum ama ya tantuni?
Ben bir tantunicide büyüdüm, babamın tantunici dükkanında. Rüyamda çocukluğumla ilgili bir şey görürsem kendimi hala tantunicide görürüm. Hayatımın okul dışında kalan kısmı o tantunicide geçti çünkü. Kısacası hayatımda iki şey vardı; dükkan ve matematik, fizik. Bunun dışında bir dünyayı çok bilmiyordum. Çalışma, hayatta kalma mücadelesi vardı. Keşfetmeye zamanım olmadı. Kitap okumaya bile üniversitede başladım diyebilirim. Üniversiteye kadar tiyatroya da iki kere gitmiştim hayatımda. Sinemaya da çok az gittim. O keşfim Boğaziçi’ne girdikten sonra başladı. İnşaat mühendisliği okudum, bölümümü hiç sevmedim ama okulu çok sevdim. Kendimi tanımaya başladım.

Ne hissettiniz o günlerde?
Kendimi çok eksik hissettim ilk girdiğimde. Diğer öğrencilere bakıyordum “Ben de 18 yaşındayım, bunlar da 18 yaşında ama sanki benden 4 yaş büyük gibi. Konuştukları filmler, kitaplar çok farklı” diye. Ne yapabilirim derken ben tuttum okumaya başladım. Ama nasıl? Ansiklopedi okumaya başladım A harfinden, “Benim kendimi geliştirmem lazım” demek ki diye. Bir şeyler öğrenmek hoşuma gitti ama çok geçmeden şunu anladım; ansiklopedi okunarak olacak iş değil.

Peki, ne yaptınız?
Önce edebiyat beni çok büyük etkisi altına aldı. Günde 7 – 8 saat kitap okuyordum. Tiyatroya geçişim de şöyle oldu. Çocukken şaka yapmayı severdim. Lisede iken ablamın komik arkadaşlarını çok anlatması bende “Demek ki kadınlar komik adamlardan daha çok bahsediyorlar” düşüncesini oluşturmuştu. Ben de devamlı şaka yapmaya başlamıştım. Yaptıkça karşılığını görmek de hoşuma gitti. Lise yıllığında “en komik” başlığının altında İlyas adının olması hoşuma gitti. Üniversitede de şaka yaptıkça arkadaşlar “Sen niye tiyatro kulübüne gitmiyorsun?” demeye başladılar. Onlar diyor ama tiyatro kulübü ne, ben onu bilmiyorum! Üstelik okulun ilk iki yılında maddi anlamda çok sıkıntıdaydım. Okul haricinde çalışıyordum. Sonra maddi açıdan tiyatroya vakit ayıracak kadar rahatladım ama dersleri düzeltmem lazımdı. Okulun kulübü haftada dört gündü. Daha hafif bir kurs ararken Sarıyer Belediyesinin kursuna denk geldim.
Çok temel düzeyde derslerin verildiği bir kurs olmasına rağmen tiyatroyu sevdiğimi orada anladım. Sonra okuldan bir öğrenci “Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Kulübüne gidiyorum ben” dedi. Yıl 2005. Bülent Emin Yarar veriyordu dersleri. Geri dönülmeyen bir yolculuğa başladım; disiplini, entelektüel yönü, oyunculuk anlamında kendimi keşif süreci açısından önemli oldu. “Bu meslek bana göre” dedim. İnşaat mühendisliğinden zaten memnun değilim, sevmiyorum. Bir sene devam ettim o kulübe. Tutkuyu orada anlamaya başladım.

Sahneye çıktığım andan itibaren hayat orada başlıyor gibi. Onun haricindeki yerlerde, gündelik şeylerle uğraştığım zaman daha yaşıyor gibi değil de yedek kulübesinde bekliyor gibi hissedince ‘Benim bu işi yapmam lazım’ dedim.

Neydi anladığınız?
Şöyle bir şey; onunla karşılaşıncaya kadar var olduğunu bilmediğin bir eşya gibi. Hiç ışığı bilmemek gibi. Görünce “Aaa karanlıkta yaşıyormuşum”demek gibi.
Oyunculukla şöyle oldu benim için “Hayat güzelmiş” oldum. Çünkü hayat bana sıkıcı, yavan geliyordu biraz. Sahneye çıktığım andan itibaren hayat orada başlıyor gibi. Onun haricindeki yerler, gündelik şeylerle uğraştığım zaman daha yaşıyor gibi değil de yedek kulübesinde bekliyor gibi hissedince “Benim bu işi yapmam lazım” dedim.
Karar aldım. Kafam analitik çalıştığı için tam silip atamıyorum da okul sürecini, boş veremiyorum yani… Bir formül bulmam lazımdı ‘Ben öğretmen olayım’ dedim. Yazları oyun yaparım, part time gibi. Yeter ki tiyatro yapayım. Ne öğretmeni olayım? Matematik seviyorum, edebiyata düşkünüm. Edebiyat ya da matematik öğretmeni olabilirim. Sınav zaten kolay benim için. Girer kazanırım. Eve geldim, babamı zaten kaybetmiştik. Etki mekanizması olarak annem vardı. Baskın biri değil ama kararlarını önemsiyorum tabii. “Ben karar verdim, öğretmenliğe geçiyorum” dedim. Annem ağlamaya başladı. Ben öğretmenliğe geçemedim.

BABAM YAŞASAYDI ÇOK DESTEĞİ OLURDU

Babanız yaşasaydı tepkisi ne olurdu sizce?
Çok hayalleri vardı üzerimizde. Ama babam yaşamı tutkularıyla yaşayan bir keyif insanıydı. Zeki Müren ile bayağı yakın arkadaşlığı vardı. Yaşasaydı bu dünyada (oyunculuk dünyasında) benim yanımdan ayrılmazdı, eminim. Hayatın keyfini çıkarma anlamında, hakkını verme anlamında çok desteği olurdu.

İnşaat mühendisliğini hızlıca bitirip kısa bir sürede inşaat mühendisliği yapmışsınız. Ama tiyatro hep ağır basmış…
Evet, okulu uzatmıştım ama kalan 3,5 yılı, 1,5 yılda tamamladım. Bu arada tiyatrolara özgeçmiş göndermeye başladım. Yıl 2008. Bütün gönderdiklerimden sadece bir kişi cevap verdi. Rahmetli Selçuk Uluergüven’den. Sahnelenen bir oyundaki oyuncu eksikliği nedeniyle hızlıca prova ve oyun sürecine girdim. Sonra Volkan Severcan Tiyatrosu sezona 9 oyun birden yapıyordu. Seçmelere girdim, üç oyuna birden kabul aldım, başladım işe. “Bir mühendis maaşını topluyoruz işte, kim ne karışır!” diyorum kendime. Ama öyle olmadı. Oyunlar sahnelenmedi. Şimdi hayalini kurduğum oyunlar değildi onlar.

Ne tür oyunların hayalini kuruyorsunuz?
Kendimi seyirci koltuğunda hayal ettiğimde beni salondan mutlu ayıracak oyunların… Tiyatroda da sinemada da öyle. Televizyon biraz daha farklı tabii. Orada o kadar seçici davranamıyorsunuz… Kadir Has Üniversitesinde oyunculuk yüksek lisansı yaptım. İstediğim oyunlar üzerinde çalışmak için kendime alan yaratmaya çalışırken bir de tantunici açtım, 2017’de Karaköy’de. Bir süre sektörden tamamen uzaklaştım. Bu kötü geldi, kendi kolumu kanadımı kırmış gibi oldum. Dükkandan çıkamadıkça depresif hale geldim.

İlyas Özçakır, Wolfgang Borchert’in özyaşam öyküsü ve eserlerinden yola çıkarak uyarladığı “Karahindiba” oyunu ile ses getirdi.

Nasıl çıktınız o duygudan?
Tek kişilik oyun sergilemek için kitap okumaya başladım. 500 kitap okumuşumdur sadece bunun için. Sevdiğim kitaplar oluyordu ama tam içime sinmiyordu. Tam böyle iken Wolfgang Borchert’in Karahindiba öyküsünü buldum, öyküye bayıldım. Yazarın hikayesini okudukça aşık oldum. “Bunu yapıyorum, tamam” dedim. Karahindiba’yı çok oynayamadan pandemi girdi. Pandemide online proje yaptım. Fiziksel olarak açılma başlayınca yeni ne yapabilirim derken İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki haklarla ilgili bir proje fikri gelişti bende. 30 farklı oyun yazılacak, 30’unu da farklı oyuncu oynayacak. Friedrich Naumann Vakfı’nın desteklediği projede ilk üç oyun yazıldı ve oynandı, şimdi ikinci üçleme için çalışmalar başlıyor.

Fakat, arada İstanbul Tiyatro Festivali’nde oyuncu ile buluşan Koleksiyoncu var, değil mi?
Evet, Koleksiyoncu kitabını çok önce okumuştum. Birileri projesi devam ederken bir yandan da onu sahnelemek için çalışmalara başladım. Koleksiyoncu entelektüel anlamda bizi tatmin ediyor, seyir anlamında da herkese ulaşacak bir oyun oldu. İstanbul’un çeşitli sahnelerinde oynuyoruz, umarım Anadolu seyircisiyle de buluşabiliriz.

Son olarak şunu sormak istiyorum. Oyunculukta kendinizi daha rahat hissettiğiniz yer neresi? Komedi mi, dram mı?
İkisinde de sevdiğim ve rahat hissettiğim yerler var ama komedide ekstradan kattığım bir şey var sanki. Dramı da çok seviyorum. Sinemada da komedi oynamayı seviyorum ama komedide biraz incelikli mizahın artması gerektiğini düşünüyorum. Komedi deyince akla hemen gişe gelmemeli. Bağımsız sinemamızın da mizahı hatırlaması lazım.
Bir de ben dramın içinden mizahı çıkarmayı çok severim. Çünkü bunun işe yaradığını düşünüyorum. Salt baştan sona dram olan hiç mizahı görmemiş bir ele alış, bana harekete geçirici bir şey olarak gelmiyor. Hayat da öyle değil çünkü! En kötü olayda bile gülüyorsun bazen. Çok sevdiği babasının cenazesinde bile gülümsemeyi elden bırakmamış bir insan olarak söylüyorum bunu. Bu, hayatla baş etme yöntemi. O yüzden mizahın etkileyici gücünü unutmamak gerekiyor. Tam izleyicinin güldüğü yerden onu yeniden sorgulatmak isterim. Güldürürken düşündürmek klişesi doğrudur bir yerde. Ben oradan ele almayı isterim.

Sanatçı, tiyatro ve sinemanın yanında zaman zaman reklam filmlerinde de birbirinden ilginç tiplemeleriyle ekranlarımıza konuk oluyor.