Ekim11 , 2024

“Her roman bana yaşamak için bir neden sunuyor”

İlgili Yazılar

Sınırları Aşan Bir Beğeni Olarak Saz Üslubu ve Ressam Şahkulu

Boyanmamış renksiz kağıtlara, mürekkeple hafifçe renklendirilmiş hareketli desen ve...

Bihrat Mavitan’ın düş yolcuları

Galeri Selvin’deki Bihrat Mavitan heykel sergisi, kentin hareketli kültür...

“Her roman bana yaşamak için bir neden sunuyor”

Son yıllarda özellikle Alâmetler Kitabı ve Dünyadan Aşağı kitaplarıyla...

“Sanat eseri, sosyal statü göstergesi değil, iç mutluluk aracıdır”

Sanat hukuku alanındaki çalışmaları ve eser sahiplerinin haklarını korumaya...

Sanatı, tuvalden çıkıp zihinlere, duygulara uzanıyor

Sanat, ona bir kez olsun temas edenlerin peşini hiç...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Son yıllarda özellikle Alâmetler Kitabı ve Dünyadan Aşağı kitaplarıyla adından çok söz ettiren yazar Gaye Boralıoğlu; ülkenin, dünyanın ahvaline, insan ilişkilerine, insanın içindeki hakikate, iyilik ve kötülüğe, sade ve ironik bir dille ayna tutuyor. Bu yalınlığı geniş bir felsefi bakışın üzerine oturtan yazar, “Özellikle roman yazmak benim için ‘bir yandan’ yapılan bir iş değil, hayatımın odağı oluyor. Böylelikle dünyanın bütün sıradanlığından ve sıkıcılığından uzaklaşıyorum” diyor.

SÖYLEŞİ: DUYGU ÖZSÜPHANDAĞ YAYMAN

“İnsan, yaralı bir hayvandır.”
Bu sözün sahibi, Hilmi Aydın. O da kim mi? Cümleyi, yazarı Gaye Boralıoğlu’nun elinden çekip alacak kadar kanlı canlı bir roman karakteri. Dünyadan Aşağı’nın başkahramanı. Hilmi Aydın’ın, baba oğul ilişkileri eksenindeki dünyası, aşağı doğru hareket halinde. Okurları olarak biz de onunla birlikte arzın merkezine seyahat ediyoruz. Bencil, benmerkezci, çıkarına göre hareket eden, kendini kurtarmak için yalanlar söyleyen Hilmi Aydın’ı ve dünyasını bu kadar üç boyutlu hale getiren şey, yine kitapta saklı. Romanın karakterlerinden Ali Cemal’in, “Yalın gerçek çekilmez bir şeydir, edebiyat gerçeğe katlanmak için vardır” cümlesi, yazarı Gaye Boralıoğlu’nun edebiyatla hemhal oluşunu açıklıyor. Karakterlerini yaratır, hikayelerini kurgularken insanın doğasını, iyiliği ve kötülüğü, ilişkileri, aileyi, “Mübarek Kadınlar”ın varoluş mücadelesini, geleceğin bugünden okunan “alâmetler”ini sorguluyor. Fakat bu ağır meseleler, Boralıoğlu’nun dilinde ironiyle, sadelikle, yalınlıkla hafifliyor. Karakterler, okurun koluna girip yanında yürüyor. Atmosfer, kitabı okuduğunuz ortamı ele geçiriyor. Sayfalar, zihnimizde adeta art arda çevrilerek uçuşuyor. Fazlalıklardan arındırdığı, dolambaçlı yollara sapmadan sadelikle akan dili, gazetecilik, reklam ve senaryo yazarlığı yapmış bir yazarın eleğinden süzülüp geliyor.
Boralıoğlu, Türkiye’de dergiciliğe yön veren Ercan Arıklı’nın sahibi olduğu Gelişim Yayınları bünyesindeki gazete ve dergilerde çalıştı. Atıf Yılmaz’ın yönettiği Eylül Fırtınası sinema filminin; Hırsız Polis, Bıçak Sırtı, Bir İstanbul Masalı, Zerda gibi 2000’lerin en sevilen televizyon dizilerinin senaristliğini yapan yazar, edebiyata daha çok zaman ayırabilmek için bu mesleği bıraktı. İlk kitabını, 2001’de basılan Hepsi Hikâye’yi, 2004’te yayımlanan ve fotoğraf sanatçısı Manuel Çıtak’ın fotoğraflarının eşlik ettiği Meçhul adlı romanı izledi. 2009’da yayımlanan Aksak Ritim romanı, 2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nde mansiyon aldı. Öykü kitabı Mübarek Kadınlar 2014’te, romanı Dünyadan Aşağı 2018’de yayımlandı. Son öyküleriyle 2021’de çıkan Alâmetler Kitabı ile 2022 Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne layık görüldü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun olan, yüksek lisansını aynı bölümde sistematik felsefe ve mantık üzerine tamamlayan Boralıoğlu, yalın dilinin altındaki felsefeyle geniş açılı bir edebiyat evreni yaratıyor. Dili bir zanaatkar gibi işlediğini, sadeliğe ve zarafete tutunduğunu söyleyen Boralıoğlu ile “İnsanın kendi varlığına ayna tutabilir, hakikati kendi içinde arayan insanlara ışık olabilir” dediği edebiyatını konuştuk.

Gaye Boralıoğlu, Alâmetler Kitabı ile 2022 Türkan Saylan Sanat Ödülü’nü aldı.

“FELSEFE, EDEBİYATIN ALAN DERİNLİĞİNİ GENİŞLETİR”

Felsefeyi, tüm mesleki sürecinizin temeline koyabilir miyiz? Felsefeyle yazı arasında nasıl bir ilişki kurdunuz?
Felsefe dünyanın merkezinde durur, başlangıç ve sonda ve bütün yollarda ve patikalarda felsefe vardır. Soru sormayı, cevap ihtimallerini, öncekiyle sonraki arasında bağlantı kurabilmenin metotlarını sergiler. Gidişatın farkında olmak, pozisyon almak, yön vermek gibi bir derdiniz varsa felsefeyle muhakkak hemhal olmalısınız. Edebiyatla ilgiliyseniz felsefe size geniş bir bakış açısı, kolaylaştırıcı yöntemler silsilesi sağlayacaktır. Felsefe, edebiyatın alan derinliğini genişletir.

Yazmaya kurgu dışı metinlerle mi başladınız? Gazetecilik yaparken de kurgu hikayeler var mıydı?
Öğrencilik yıllarımdan beri kurgu dışı metinler de yazdım ama onların ortaya çıkarılacak kuvvette olmadığını hissediyordum, çoğunu da yok ettim zaten. Reklamcılıktan sonra senaryo yazarlığına ve aşağı yukarı aynı zamanlarda da ilk kitabım olan Hepsi Hikâye’deki öyküleri yazmaya başladım. Yani 2000’li yıllardan bu yana hep kurgu dünyasının içinde var oldum.

Alâmetler Kitabı, okuru Kafkaesk bir aleme götürüyor. Öykülerin bir kısmında bilim kurguya yaslanan distopik bir atmosfer var. Çocukların barınaktan satın alınması, karakterin alnına yerleştirilen çiple devletin bireyi kontrol etmesi, yeni teknoloji detektörle özel hayatların deşifre edilmesi gibi… Kitabın tamamına ise tekinsizlik, güvensizlik, karanlık hakim. “Kötülüğün sıradanlığı”nın hikayelerini yazmışsınız, diyebilir miyiz?
Elbette bu yanı da var. Kötülüğün sıradanlığı, Hannah Arendt’in düşün dünyasına armağan ettiği ve çokça başvurduğumuz bir deyim. Arendt o zaman onu, daha çok bireyler ya da akımlar için kullanıyordu. Şimdi başka bir aşamadayız; kötülük ve iyilik de anlamsal olarak yer değiştirdi. Yaygın bir kavram bulanıklığı süreci yaşıyoruz. Alâmetler Kitabı’nda bir distopya icat etmedim, bilim kurgusal bir yapı kurma peşinde de değildim. Daha çok bu kavram kargaşasının -hatta manipülasyon demek daha doğru- tezahürlerini ve sonuçlarını ortaya koyacak bir tür gösteri sergilemek istedim. İzlediğim yol daha çok Kafka’nın ya da Edgar Allen Poe’nun dünyasına yakındır.

Distopyalar genellikle uzak bir gelecekte olası karanlık zamanları anlatır. Ama Alâmetler Kitabı, zamanımızın içinden sesleniyor. “Kötülükleri uzaklarda aramayın, onlar yanı başımızda” mı demek istediniz? “Tükendi Tanrı’nın tüm alâmetleri” derken de sanki buna işaret ediyorsunuz.
Tam da bu nedenle distopya demeyi çok doğru bulmuyorum. İnsanlar her zaman iyiliğin kendi içlerinden, kötülüğün dışarıdan geldiğini düşünme eğilimindedir. Ben kötülük yapıyorum, diyen bir kötü gördünüz mü? İşte edebiyat bu yanılgıyı anlatabilir. İnsanın kendi varlığına ayna tutabilir, hakikati kendi içinde arayan insanlara ışık olabilir. Ne kötülük ne iyilik Tanrı’dan geliyor. Hepsi, her zaman bizim içimizde olup bitiyor. Eylemlerimizin nedenlerini ve sonuçlarını kendimizi kayırmadan ortaya dökebilirsek kötülüğü daha doğru bir yerden tespit edebiliriz ve o zaman belki daha iyi bir dünyada yaşayabilme ihtimalimiz de belirir.

“SADELİĞE VE ZARAFETE TUTUNUYORUM”

Kötülüğün hikayelerini, okuru sıkmadan, boğmadan, aksine sayfaları merakla çevirterek anlatmışsınız. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?
Teşekkür ederim böyle düşündüğünüz için. Tam olarak cevap verebilir miyim bu soruya bilmiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim: Sadeliğe ve zarafete tutunuyorum. Kaba saba, tıkış tıkış, havalı, kavramlara boğulmuş metinlerden hoşlanmıyorum. Tabii ki akıcılığı sağlamanın belli teknikleri var, bunları biliyorum ama esas olarak sadelik ve zarafetin kendiliğinden belirli bir kuvvet yarattığını hissediyorum.

Dünyadan Aşağı, şair Özge Dirik’in bir dizesiyle başlıyor. Şairin intihar etmiş olması, atfı daha dramatik hale getiriyor ve bizi nasıl bir kitap okuyacağımız konusunda hazırlıyor. Temelinde baba oğul ilişkilerindeki sorunları barındıran kitabın girişinde özellikle bu dizeyi nasıl seçtiniz?
Özge Dirik’i sever ve kıymeti bilinmemiş şairlerden olduğunu düşünürdüm. Hakikaten kendisini de tanımayı isterdim. Dünyadan Aşağı’yı hemen hemen tamamladıktan sonra yeniden karşıma çıktı bu satır. Kitaptaki üç kuşak baba oğul meselesini iyi anlattığını düşündüm.

Kitapta babadan oğula devredilen bir iletişimsizlik var. Hilmi Aydın, babası Selim Aydın’la iletişim kuramıyor; oğlu da kendisiyle… Ana karakter Hilmi Aydın, çıkarlarına göre hareket eden, kolayca yalan söyleyen, bencil, düzene ayak uydurmuş bir adam. Ana karakter üzerinden, bu iletişimsizliğin bize neler ettiğini mi göstermek istediniz?
Dünyadan Aşağı evet, bir karakter romanı ve bu karakter aslında bir insan türünden ziyade zamanın ruhunu, dünyanın ve özellikle de memleketin ahvalini temsil ediyor ya da en azından ben bu yönden düşündüm diyelim. Ama ironik bir yerden yaklaştığım için belirli bir lezzet yakaladım sanıyorum.

Göthe Enstitüsü’nün bir etkinliğinde.

Bir söyleşinizde, “Yaşarken bir yandan yazmadım bu kitabı, yazarken bir yandan da yaşadım,” demişsiniz. Neydi sizi bu kitapla yekvücut yapan?
Tam nerede ne anlamda söylediğimi hatırlamıyorum bu cümleyi, muhtemelen şunu demek istemişimdir: Özellikle roman yazmak benim için “bir yandan” yapılan bir iş değil, hayatımın odağı oluyor. Bu tabii büyük bir konfor çünkü böylelikle dünyanın bütün sıradanlığından ve sıkıcılığından da uzaklaşmış oluyorum. Her roman bana yaşamak için bir neden sunuyor.

Mübarek Kadınlar öykü kitabınızın adını, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki saat Mübarek’ten almışsınız. Zamanla, zamanın ruhuyla, devirle ironik bir hesaplaşması olan bu romanla öykü kitabınızın kahramanları arasında nasıl bir ilişki var?
Öykü kitabımın kahramanlarının doğrudan bir ilgisi yok, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle tabii. Ama o romandaki Mübarek, bir saat olsa da neredeyse güçlü bir karakter olarak beliriyor, bu beni çok etkilemişti. Kadın öykülerinden oluşan bu kitabı hazırlarken karakterlerin pek çoğunun Mübarek’e benzediğini düşünmüştüm. Ayarları bozulmuş, hırpalanan, istenmeyen ama bir şekilde zamana ve verili olana direnen, kendi yöntemleriyle isyan eden, kutsallıkları kendinden menkul kadınlar… Böylece kitabın adını Mübarek Kadınlar koydum.

Farklı kesimlerden, Türkiye’deki farklı kültürlerden, ötekileştirilmiş kadınların öykülerini anlatmak fikriyle mi yazdınız bu kitabı? Yoksa birbirinden bağımsız şekilde yazılıp kendiliğinden mi bir araya geldiler?
İkisi de oldu. Önceleri farklı nedenlerle, örneğin antolojiler için vs. yazdığım öyküler vardı, sonra böyle bir öykü kitabı yazmaya karar verdiğimde bu yönde düşünüp yeni öyküler yazdım.

Hem roman hem öykü yazan bir yazarsınız. Her hikaye kendi edebi türünü mü belirliyor?
Evet hatta buna senaryoyu da dahil edebilirsiniz. Benim yaratıcılık alanımın odağında öykü vardır, düşündüğüm öykü hangi türü hak ediyorsa o yöne yönelirim.

Ümit Kıvanç’la konuşmalarınızdan oluşan Haysiyet kitabı, bu kavram üzerine felsefi bir tartışma kitabı diyebilir miyiz?
Sadece felsefi değil, güncel siyaset, sosyolojik gözlemler, edebiyat, psikoloji, insan hakları gibi pek çok alana dokunduk. Daha çok haysiyet kavramının bugünkü karşılıklarını gördüğümüz her alanda ele alıp tartıştığımız bir kitap oldu.

Hamburg’da, Meçhul’ün Almanca baskısının okumasında.

Bu tarz kitapların Türkiye’de düşünce dünyasının yeşermesi için bir ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?
Doğrusu bizim de umduğumuzun ötesinde bir yankı yarattı Haysiyet. Pek çok düşünür, gazeteci, araştırmacı için de bir hareket noktası oldu. Bence bu anlamda bir işlevi olduğunu gördük. Söyleşinin başında da söylediğim gibi günümüzde kullandığımız kavramların anlamlarının göstergelerinden çok uzaklaştığını, içlerinin boşaldığını ya da yer değiştirdiğini düşünüyorum, o yüzden kavramlar üzerine tartışmak ve hatta mümkünse günümüzü açıklayacak yeni kavramlar ortaya atmak çok anlamlı ve gerekli geliyor.

Eserlerinizde hakikat, öteki ve yalnızlık kavramları ortak paydalar olarak öne çıkıyor. Felsefenin dert ettiği bu kavramlar, sizi edebiyat yoluyla felsefe yapmaya yöneltiyor mu?
Öyle bir niyetim yok, ben daha çok felsefe yoluyla edebiyat yapmak niyetindeyim.

Derin konuları, temaları ele alırken sade bir dil kullanıyorsunuz. Kelime ekonomisine inanan bir yazar olarak dile özel olarak mı çalışıyorsunuz?
Elbette. Her zaman sadeliğin daha güçlü ve derin bir anlam dünyası yarattığını düşünüyorum. Ayrıca tüm sanatlarda sadeliğin bir tür yetkinleşme anlamına geldiğini görüyorum. Bu yönde çalışmak benim için önemli.