Zeynep Kamil Türbesinden Ayasofya’ya, Galata Mevlevihanesinden Yenikapı Mevlevihanesine, Süleymaniye Camiinden Topkapı Sarayına, Yıldız Sarayına Beylerbeyi Sarayına kadar hepsinde onun izi var… Sanatçı ve akademisyen Doç. Kaya Üçer, yüzlerce yıldan süzülüp gelen, Osmanlı’nın dini ve sivil alandaki eserlerinin ayrılmaz parçası olan kalemişi sanatının günümüzdeki en önemli isimlerinden biri ve bu sanatın desteklenmesi gerektiğini vurguluyor.
SÖYLEŞİ: BELKIS KAMUT AKTÜRK
Yok olmaya yüz tutmuş bir sanattır kalem işi… Sabırla göz nurunun güzellikle buluşmasıdır. “Kalem diye tabir edilen ince kıllı fırçalarla çeşitli yüzeylere yapılan bir süsleme sanatı” diye bir çırpıda tanımlasak da onun söyleyecekleri çok fazladır. Büyük Selçuklulardan günümüze ulaşan bu sanatın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri de akademisyen sanatçı kimliğiyle öne çıkan Doç. Kaya Üçer. Üstelik bu sanatın icra edilişinde fırça kullanımından yapay zekaya uzanan bir sürecin de tanığı. Meslekteki namı, babasından gelen görgünün zarif bir uzantısı olmuş. Topkapı Sarayı’nda yarım asrı aşkın başnakkaş olarak çalışan Hamit Üçer’in oğludur ama sadece babasından almaz eğitimini.
Sanat tarihçisi Belkıs Kamut Aktürk, kalem işi sanatının günümüzdeki en önemli temsilcilerinden Kaya Üçer’le güzel ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.
1986 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Tezhip-Hat Bölümünden mezun olduktan sonra Tezhip Bölümünde yüksek lisansını tamamlar, 1992 yılında Sanatta Yeterlik Programından mezun olur. 1984’te Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Topkapı Sarayında açılan Saray Nakkaşhanesi kursunu bitirerek sertifikasını alır. Sanatçı yurt içi ve yurt dışında pek çok eski eser yapıda restorasyon, konservasyon ve yeni uygulamalar gerçekleştirir. Zeynep Kamil Türbesinden Ayasofya’ya, Galata Mevlevihanesinden Yenikapı Mevlevihanesine, Süleymaniye Camiinden Topkapı Sarayına, Yıldız Sarayına Beylerbeyi Sarayına kadar, hepsinde onun izi var…
1965’te İstanbul’da doğan Kaya Üçer, Bostancı’da şahane komşularla büyümüş. Söyleşi için buluştuğumuzda ilk konuştuğumuz, canım hocam rahmetli Semavi Eyice oldu. Çok özel anıları olmuş hocamla. Hocamın meşhur kütüphanesinde geçen keyifli saatler “kağıt uçaklar”la sonuçlanırmış. Sohbete çocukluğundan söz ederek başladık.
Kaya Üçer’in babası Nakkaş Hamid Üçer, Topkapı Sarayının müze oluşundan itibaren tam 52 yıl saraydaki restorasyon çalışmalarında yer almış ve emekli olana kadar orada görev yapmış.
Çocukluğunuz ve gençliğiniz neşeli geçmiş. Bahçesinde top oynadığınız Topkapı Sarayında halen siz varsınız. Hem eğlenmiş hem de öğrenmişsiniz. Farkına varmadan usta-çırak ilişkisi sürecinden geçmişsiniz. Yaz tatillerinde, babanızın yanında ilk işiniz; düşen fırçaları yerden toplamak, aşağıdan boya getirmek, su taşımak olmuş. Peki, günümüzde sizinle çalışanlar nasıl bir süreçten geçiyor? Dönem değişti, insanlar değişti, bu konuda eğitim değişti mi?
Daha önemlisi var, babam beni önce yanında çalıştırmadı. Kendi ustasının oğlunun, Koray Ariş’in yanına verdi. Şaşkınbakkal’da atölyesi vardı, deriden, köselelerden heykel yapardı. Annem bunu görüp, “Ben oğlanı akademiye yollamayacağım, ne bu pislik, sefalet” derdi. Koray Abi’nin yanında 3 yaz tatili çalıştım, çok şey öğrendim.
Çok kullandığı bir tekerlemeyi halen ben de kullanırım “Ossssun osssun da nasıl olursa öyle olsunnnn…” Sonra babamın yanına geçip dediğiniz gibi düşen fırçalarla başladım. Zannediyorsunuz ki patronun oğlu falan… Tabii öyle olmadı. Babam öğle yemeği yemez, çubuk kraker yerdi. Topkapı Sarayının 70 dönümlük arazisinin yakın bir yerinde de yoktu herhangi bir yer. Eminönü’ne iniyorsunuz her gün…
Sonra anladım niye fırçaları toplattığını; iskeleye inip çıkmayı öğretmek için. Hep şunu derdi: “Bak oğlum burada çalışan adamlar belli, her gün personelden önce inip çıkacaksın.” 16.30’da paydos edilir, 15 dakika malzeme temizliği yapılırdı. Etraf toplanır, fırçalar yıkanır, asılırdı; uçları aşağı doğru dursun diye. Şimdi babamdan kalan, benimle çalışan usta var, aynı şeye devam ediyor.
Şimdiki gençlik değişik tabii, sabırsız. Bir de sektör değişti. Bizim zamanımızda erkek sektörü idi şimdi kadınlar da var. Sektör çalışanları değişti, müşteri aynı olsa da. O dönem hep erkekti, babam onları eğitir, çalışır hale getirirdi. Şimdi üniversiteden, genellikle kız öğrenciler geliyor. Ama artıkstajyer istenmiyor çünkü onların hatalarını düzeltmek zor oluyor. Babam bizi ensemize hafifçe vurarak uyarırdı. 80 restoratör var, 3-5’i tanesi erkek, gerisi kadın. Sahada artık onlar var. Zor iş, ömür boyu yapılamaz. Isı olmayan yerdesiniz, sarayda ısıtıcı kullanmak yasaktır. Bahçede 6 dereceyse hava sıcaklığı, haremde eksi 2’ye düşebilir.
Zeynep Kamil Türbesinden Ayasofya’ya, Galata Mevlevihanesinden Yenikapı Mevlevihanesine, Süleymaniye Camiinden Topkapı Sarayına, Yıldız Sarayına Beylerbeyi Sarayına kadar, hepsinde Kaya Üçer’in izi var.
Kalem işini Topkapı Sarayı restorasyonunda 52 yıl çalışan babasından öğrenen Doç. Kaya Üçer, bu sanatı eşi ve kızıyla MSGSÜ’de devam ettiriyor. Eşi Prof. Münevver Üçer aynı bölümde Tezhip dersleri verirken, kızı Elif Naz Üçer ise aynı üniversitenin Sanat Eserleri Koruma ve Onarımı Bölümünde tablo restorasyonu son sınıf öğrencisi olarak aile geleneğini sürdürüyor.
CUMHURİYET SONRASI HIZLI YAPILAŞMA BU SANATI AYAKTA TUTUYOR
O iskeleye alışmak, iskelede nasıl hareket edileceğini bilmek, boyanın hazırlanışını öğrenmek kolay değil. Bu işin heveslisi var mı halen?
Severek yapan çok az var kimi de ihtiyaçtan yapıyor. Bu işin üniversitede eğitimi var; kalem işi olarak değil de restorasyon olarak. Bir de devletin katkısı var, anahtar-kilit personel olarak bu mezunlar çalıştırılmak zorunlu. Bu, eğitim alan kişiyi sahada istihdam açısından iyi bir teşvik. Üstelik restore edilen yerler bir süre sonra yeniden restore ediliyor. Süreklilik de var aslında.
Kalem işi sanatını Cumhuriyet sonrası ayakta tutan hızlı yapılaşma oluyor. Özellikle göç alan şehirlerdeki insanlarımız geldiği yerdeki kültürünü taşımak amacıyla yaptırdıkları camilerle bu sanatı ayakta tutuyor. Usta-çırak ilişkisiyle bu işi yapanlar tarafından bu camiler tezyin edildi, süslendi. Sonra ders olarak alınan eğitimler ışığında daha bilinçli uygulanır oldu. Bu işlere yatırım yapmak istiyorsak üniversitede 2 ya da 4 yıllık kalem işi sanatının öğretildiği bölümler olmalı. En azından diğer sanat kollarımız gibi bu sanatı da UNESCO nezdinde tanıtmalı, diğer ülkelerden geri kalmamak adına bu sanatı sahiplenmeliyiz.
Kaya Üçer Ayasofya’da çalışırken.
Günümüz teknolojisi bambaşka imkanlar da sunuyor üstelik. Yapay zeka ile gelenekseli birleştiren, daha doğrusu buna uyum sağlayanlar fark yaratacak. Dünyanın en eşsiz desenleri bizde. Ellerinde çok güzel imkanlar var gençliğin ama ne kadarını kullanıyorlar?
Başarı için özellikle sanat için hamilik önemli. Kanuni devrinde yapılan eserler günümüze ulaşmış. Bu yüzyılda da sponsorlara ihtiyacımız var, sadece devlet olarak değil, şahıs olarak da sahiplenilmeli. Sahiplenildiğinde sizin adınıza eser üreten kişiyle de ünlenmiş oluyorsunuz.
Kanuni’yi Kanuni yapan sadece savaşlar değil devrindeki sanatçılardır, onların ürettiği eserlerdir, kültür ve sanata verdiği destektir. Zaten kendi de mücevherle uğraşıyordu.
Öğrencilere sadece standardı öğretiyoruz, süre ancak buna yetiyor. Çünkü kalem işi dersi sadece geleneksel Türk sanatları ve mimari restorasyon programlarında var, o da çok az üniversitede üstelik. Haftalık ders saati de iki saat civarı. Ancak yüksek lisans veya doktorada gerçek kalem işi ile tanışabiliyorlar.
Motiflerin ne olduğu, nasıl çizildiği gibi hususlarda eğitim almak önemli elbette. Hem okulunu okumuş hem de küçük yaşlardan itibaren alanda çalışmış biri olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? Alaylı mı, okullu mu?
İkisinin karması aslında, önce alaylıyım, sonra mektepli. Alaylı olarak öğrendiğim olmasa mektepte aldığım eğitimle bu işin hakkını veremezdim. Usta-çırak ilişkim üniversitenin bilimsel tarafıyla tamamlandı. 8 ve 9. yüzyıllarda kullandığımız motifi hala kullanıyoruz çünkü yaşaması için kurallarına sadık kalıyoruz. Ben bunu şöyle anlatmayı seviyorum.Devlet geleneğimiz var ama adı, kullanımı değişmeden gelen tek imparatorluğumuz var; Motifler İmparatorluğu. Çünkü kurallarını hiç bozmadık, tüm sanatçılar buna sadık kalmaya çalışıyor.
Sanatçı, Süleymaniye Cami’sinde çalışırken, 2008
Babanız 52 yıl Topkapı Sarayı restorasyonlarında çalışıyor ve bu size çok şey öğretiyor. Genç yaşta, tek başınıza çok kıymetli yapılara can verdiniz. İlk iş Zeynep Kamil Hastanesi bahçesinde yatan Zeynep Sultan ve Kamil Paşa’nın türbe restorasyonunu üstlendiniz. Ne hissettiniz?
Orası benim doğduğum hastane. Liseden üniversiteye geçtiğim seneydi. Babam sadece bir kere gelip baktı, kafasını uzattı, “Güzel olmuş” dedi. Zor beğenirdi. Güzel bir lafı vardı, ben hala kullanırım. “Temiz olsun, güzel olsun, günde bir tane fazla olsun.” İşi iyi yapmazsan, kötü yaparsan, bozuk yaparsan geri döneceksin, yeniden yapacaksın. Bu maddi manevi kayıp ama özenli olursam hem elim hızlanacak hem elim düzgün olacak, hem daha çok yapabilir hale geleceğim.
“İMZA ATMAK AKLIMA GELMEZ”
1960’larda Mescid-i Aksa’da onarımlar yapan babanız, 1965 Galata Mevlevihanesinde kalem işi restorasyonunda çalışıyor. Yıllar sonra burada çalışmak size de nasip oluyor. İskele kurup işe başlıyorsunuz ve babanız Hamid Usta’nın imzasını buluyorsunuz. Ve siz de aynı parçanın diğer köşesine imzanızı atıyorsunuz. Bu gelenek midir?
Böyle gelenek yok çünkü babadan oğula geçen jenerasyonla çalışan iki aileyiz sadece. Her yerde imzamızı bulmak zor, atmayız da, aklımıza gelmez. Topkapı Sarayı’nda Harem Dairesi Sultan Abdülhamit’in yatak odasında babamın imzası bulunmuş. 40 yıl önce babam yapmış orayı.
Babam saraydan çıkıp yürürken haftada bir Hattat Hamid’e (Hamid Aytaç) uğrarmış. Restorasyon sırasında has odanın kubbesinde bulunan İhlas suresinde iki Hamid imzası vardır. Bozulan yerlerin tamiri için Hattat Hamid’i getirmiş. Uçan halı diyoruz, bir vinçle yukarı çıkarılmış. Demiş ki, “Eskiz kağıtlarını yapıştır, geride kalanların kopyalarını al, bana getir”. Yazının çapı yaklaşık 3 m. Babam da götürüyor hattat Hamid’e. “Bir hafta sonra gel al” diyor. Hamid Aytaç eksikleri kamış kalemle yazıp tamamlıyor. Babam da yerine yapıyor.“Hamid” imzası aslında iki Hamid’e göndermedir; hem babam Hamid’e hem hattat Hamid’e.
Yeşil Vadi Camii
İmzalar kıymetli çünkü bir esere imza koymak demek büyük bir sorumluluk. Diğer bir restorasyona dek o süreç size emanet değil mi?
Kesinlikle. Ben de Yıldız Sarayında yaptığımız yerde çocuklara söylüyorum. Bitmiş odayı sildirip tekrar yaptırdığım vardır. Artık imzaya gerek yok her şey kayıtlı ama bizim yaptığımız işin arkasında durmamız lazım. Yeni yapılan camilerde her şey idare edilebilir ama restorasyon öyle değil.
Haydi gelelim Ayasofya’ya… Ayasofya’nın restorasyonu size pek çok anı, bizlere de kıymetli bilgiler bıraktı. Horasan harcı, yumurta akı kullanılarak kuvvetlendiriliyor. Siz restorasyon sürecinde tahmini ne kadar yumurta kullandınız?
Günde bin yumurta kırdığımız dönemler vardı.
Şükrüye Yoluç Camisinde çalışırken
Kullanılan aklardan kalan sarıları da siz yiyorsunuz ama mümkün değil bitirmek. Ve kimin aklına geliyor yumurta meselesinin çözümü?
Baktık baş edilemiyor, alerji yapmaya başladı. Birimizin aklına geldi, “Bunları tertemiz paketleyelim de Çocuk Esirgeme Kurumuna verelim” dedik.
Ayasofya en kapsamlı restorasyonunu 1847- 1850 yılları arasında geçiriyor. İtalyan mimar Fossati kardeşler sıra dışı insanlar, farklı uygulamalar yapıyorlar. Kimi rivayete göre, Ayasofya’nın girişinde sergilenmekte olan Sultan Abdülmecid tuğrasını kubbeden dökülen mozaiklerle yaptırıyorlar.Sizin bildiğiniz veya yaptığınız bir uygulama oldu mu?
Babam çok yıllar sarayda çalıştığı için en ufak parçayı bile tanırdı. Saraya hakimdi. Bu çok önemli bir şey. Ufak parçaları bile toplar, saklar, yeri gelince yapıştırırdı.
Kubbenin ortasında olmak şahane bir his olmalı. Oradan tüm sesler net duyuluyor. Üstelik aşağıdan izlenirken düz sanılsa da kubbe hareketli, yivli. Siz başka neler söylersiniz bu açıdan?
Mesela ilk çıktığımızda devekuşu yumurtaları vardı, fileler içinde. Eşimle beraber indirdik ve envantere teslim ettik. Neler bulduk neler. Mesela Hatice Turhan Türbesini yaparken mihrap gibi yerin üzerinden bir kapak vardı.
İskeleyi kurunca açtık baktık 3 tane elyazması mushaf çıktı. Onları da Türbeler Müdürlüğüne kaydettirdik. Başka restorasyonlarda da küçük çocuk ayakkabısından, kağıt fenere dek pek çok obje bulduk, teslim ettik.Mesela bir gün bir sokak el arabasında bulduğum bir yazının Muradiye Türbelerine vakfedilmiş bir yazı olduğunu anladık ve götürüp müzeye teslim ettim. Bakanlık da bir teşekkür yazısı yolladı.
ESKİYLE YENİNİN UYUMUYLA GELEN YAŞANMIŞLIK HİSSİ
8. yüzyıldan beri süregelen bir sanat bu. Bu alanda binlerce usta geldi geçti. Osmanlı devrinde sarayda nakkaşhane vardı ve şahane işler yapıldı özellikle 16. yüzyılda. Genellikle akla gelen iki isim oluyor. Çünkü kendilerine ait tarzları var. Tebrizli Şahkulu, Osmanlı da saz yolu denen motifleri, yaprakları, Zümrüdüanka kuşlarını, aslanları yapmaya başlıyor. Öğrencisi Karamemi ise yarı stilize bitkiler yapıyor. Daha önce bunları yapan yok ve bu işler onların imzası haline geliyor. Siz nasıl anılmak istersiniz?
Genellikle restorasyon ağırlıklı işler yapıyorum, eskiyle yeni arasında bağ olmak istiyorum. Benim yaptığım restorasyonlarda jilet gibi yapılmış kalem işi göremezsiniz. Eski ile yeninin geçişini mutlaka uygularım ve siz o mekana girdiğinizde yüzyılların yaşanmışlığını hissedersiniz. Duvarlara sinen dualar, iyi niyetler, nefesler ve hisler, yüzeyde zamanın getirdiği bir patine (doğal yaşlanma/yıpranma görünümü) yapıyor. Bazı özensiz temizlikler onu yok ediyor, o noktaya getirmemek gerek. Buna sebep olan çatının akmasıysa onu temizleyip leke oluşmamasını sağlamak gerekiyor. Sorun temelden çözülürse mekan zaten temiz kalacak. Atalarımız bu nedenle, yüzyıllar boyu yaşasın diye mermer yapıyor. Doğru korumayla yüzeydeki yaşanmışlığı da gelecek nesillere aktarabiliriz…
Hat sanatı Türk sanatı ve UNESCO bunu ilan etti. Ama bu konuda büyük eksiklik var. Bu sadece hat sanatında değil geleneksek sanatların genelinde de sorun değil mi? Standarda bağlanmış bir Türk sanatımız var mı? Japon sanatı gibi…
Türk sanatı dedirtme savaşını veriyoruz ama önce kendi içimizde halletmemiz gerekiyor çünkü biz hala geleneksel sanat diyoruz. Klasik sanat demeyi tercih ederim. Tüm sanatlar gelenekseldir. Resim, mağara duvarlarından itibaren var.
Neden ona geleneksel demiyoruz da kendi sanatımızda tezhip, hat ve minyatürü geleneksel çatısında topluyoruz ve kendi duvarlarımızı örüyoruz? Geleneksel adında toplayınca ne üniversitede bölüm açılıyor ne de bu iş zanaat olma riskinden kurtulabiliyor. Bizim işlerin dünyayla entegre olabilmesi için geleneksel çatısı altından sıyrılmamız gerek. Bizim zaten sanatımızın bugüne dek gelme sebebi geleneksel oluşu, yüzyıllardır aynı kuralla ve edeple devam etmesi ama bunu tek çatıya toplamak yerine kendi dinamikleriyle çağdaşa uyumunu sağlayarak ifade etmek önemli. Böylece sanatımız dünyaya entegre olabilir. UNESCO’ya da ismiyle kabul ettirdik. Neden o zaman geleneksel diyerek hepsini içine toplamadık. Özelliğimiz var, tüm sanatların özelliği var.
Desen silkeleme olarak adlandırılan işlem.
Pek çok eser ürettiniz. Sergilere, bienallere katıldınız. Vatikan’a da gittiniz. Vatikan’da sizi şaşırtan bir ziyaretin olduğunu biliyorum. Açılışa gelen kardinal sizin hilyenizi okur. Sizin şaşırmanıza şaşırır ve “Elbette okuyorum benim anlamam lazım” der. Başka unutamadığınız bir anınız var mı?
Bir de Floransa Bienali’nde bakanın randevu alarak gelmesi. Bienal yöneticileri deyince önce inanmadık ama geldi ve ilgilendi, “Ayrı bir sergi açalım” dedi. Gerçekten Vatikan’daki sergi, bu sayede oldu. Eski enginizasyon mahkemesini sanat merkezi yapmışlar ve komşunuz Leonardo da Vinci’ydi.
Eserleriniz yurt içi ve yurt dışında pek çok koleksiyonda yer alıyor. Sizi en çok etkileyen koleksiyoner kim oldu?
Hollanda Kraliçesi’ne verilen eserimiz Rijks Müzesi Restorasyon Bölüm Başkanı’na verilmiş. Eserimizi başka bir sebeple gittiğimde fark edince güzel bir anı ve sohbet oldu. Çok etkileyiciydi.
Topkapı Sarayı, 3. Ahmet Kütüphanesinde
BU YÜZYILA DAMGA VURMAK!
Uzun yıllardır akademisyensiniz, yüzlerce öğrenci yetiştirdiniz, restorasyonlarda pek çok kişiye usta oldunuz. Peki, sırada ne var? Hayalleriniz size ne söylüyor?
Yurt içi ve yurt dışı sergilerine devam ediyoruz. Dünya sanatçısı olmak Michelangelo nasıl tanınıyorsa, bir Türk sanatçısı olarak bu yüzyıla damga vurmak… Herkesin bir karakteri var. El yazısı nasıl insanın karakteriyse bizde de fırça, yapılan eserler o insanın el yazısı olmak zorunda. Bu, kalıcı olmak adına tüm sanatçıların hayalidir. Esere baktığınızda “Bu Kaya Üçer’in eseri” denmeli. Böyle ekol oluyorsunuz ve ardınızdan öğrencileriniz geliyor, bu büyük haz. Önemli olan yaptığın tarzın başkaları tarafından beğenilmesi, o zaman üslup oluyor. Bu yüzyılda farklı ne yapılabilir, ona bakıyoruz. Yaptığımız motiflerin, sembollerin anlamı ile gittik. Tek renk kağıtların yerine, nohudilerin dışına çıkarak, degrade geçişli kağıtları yaptık. Tıpkı dünya gibi. Toprak ve gökyüzünü renk olarak kullandık. Ve kasım ayında İstanbul’daki güneşin batışına eserlerimizde yer vermeye çalıştık.