Yazar Kadire Bozkurt, kendisine öykü yazdıran temel motivasyonun öfke olduğunu söylüyor. “Genellikle bir şey beni çok kızdırırsa aklımdan çıkmıyor. Anlamaya çalışıyorum. Bunca kötülük nereden geliyor?” diyen Bozkurt, bu süreci örümceğin ağını örmesine benzetiyor.
SÖYLEŞİ: DUYGU ÖZSÜPHANDAĞ YAYMAN
Tam ortasına pat diye düşüverdiğimiz hayatlar… Bir evliliğin orta yeridir, adam kadını mavi kloş elbisesiyle ilk gördüğü günün duygusunu geride bırakmıştır. Bir anne baba, mutfak masasında oturmaktadır, masanın üstündeki çocuk figürlü tuzluk ve biberlik, utancı elle tutulur yapmaktadır. Bir baba, doğum günü siparişi verirken ölüm gününe yaklaşmaktadır… Ya da belki şöyle söylemek lazım; ortasından başlayan hikayeler. Anne babalarımız dışında herkes hayatımıza ortasından girmez mi zaten? O ana kadarki ömrümüzün ortasından. Zaten iyi bir öykü, kronolojik sıra endişesi de gütmez. Neremiz yaralandıysa canımızın orada atması gibidir iyi öykü. Sanki hayat orada başlamıştır. Kadire Bozkurt öykülerinin canı; kırıldığı, yaralandığı, acıdığı yerde atarak başlıyor. Nesnelerin, metaforların konuştuğu öykülerde sakin bir tekinsizlik var. Karşınıza aniden bir uçurum çıkıyor. Önünüzde biri vurulmuş da sonra yolunuza devam etmişsiniz gibi bir his… Bazen ileriye bazen geriye doğru yaprak yaprak açılan, sakinliğinin içine doğal bir tekinsizlik yerleştiren, bittikten sonra da bitmeyen, okurda yazılmaya devam eden öyküler. “Aklımdan çıkmayan şeyler öyküye dönüşüyor” diyen Kadire Bozkurt’un çoğunlukla aile bağları ve ikili ilişkiler çevresine ördüğü öyküleri, aklımıza ve kalbimize tam ortasından saplanan buzdan kılıçlar. Tıpkı son kitabı Buzkandilleri’nin adı gibi.
Buzkandilleri, son yılların en çok konuşulan öykü kitaplarından oldu. Notos Kitap tarafından 2022’de yayımlandı; 2023 yılında 3. Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri’nde öykü ödülünü aldı. Yazarın Alakarga Sanat Yayınlarından 2015’te çıkan Küçük Dertler ve 2017’de yayımlanan Bir Kalbin Boyutları adlı öykü kitapları, 2022’de Notos Kitap tarafından Ateşle Yaklaşma adı altında bir araya getirildi. Bozkurt’un bir de Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yazdığı, 2017’de yine Alakarga’dan çıkan, Zamanın İçinde adlı belgesel kitabı var. Ayrıntılara gerektiği kadar yer veren, öykülerinde fazla ya da eksik hiçbir unsur barındırmayan, metaforlarıyla, imgeleriyle sımsıkı ördüğü anlam dünyaları yaratan Bozkurt ile öykücülük evrenini konuştuk.
“ÖYKÜ, OKURDAN DÜŞÜNME YETENEĞİ İSTİYOR”
Yazıya öyküyle başlamanızın tesadüf olduğunu söylüyorsunuz. Nasıl başladı hikayesi?
Edebiyat öğretmenim liselerarası öykü yarışmasından söz etti, “Sen iyi kompozisyon yazıyorsun, bir öykü yaz da yarışmaya gönderelim” dedi. Basit bir şey ister gibiydi. Demek ki çok zor olamaz, diye düşündüm. Ben de iyi bir öğrenci, görev bilinci gelişmiş biri olarak bu öneriyi sorgusuz sualsiz aldım, kabul ettim. Öykü nasıl yazılır bilmiyordum, bunu soracak cesaretim de yoktu. Teoride kolay: Giriş, gelişme, sonuç, kahraman, atmosfer, çatışma vs. Çizgili defterim, kurşun kalem ve silgiyle geçirdiğim birkaç günü, o öyküyü, hissettiğim zorlanmayı hiç unutmadım. Hepimizin kullandığı sözcükleri bir araya getirerek çekici, okunmaya değer bir hikaye yaratmam gerekiyordu. Nasıl? Bu sorunun cevabını hep aradım. Şimdiye kadar öğrendiklerim şunlar: Çok çalışmak, çok yazmak ve yazdığından çoğunu silmek gerek.
Öykü sevmiyordum, roman okuruydum, diyorsunuz. Genellikle böyle bir eğilim var. Öykünün o sınırlı, kapalı, kompakt dünyasına girmek zahmetli mi?
Öykü sevmediğimi düşündüğüm zamanlar ortaokul, lise yıllarım. Okumaya çok düşkündüm ve hacimli kitapları severdim, bitivermesin diye. Öykü, okurdan düşünme yeteneği, düşünce pratiği talep eder. Anlamak, anlamlandırmak, dahil olmak gerekir. Bu zahmetli olabilir. Üç dört ya da on sayfada bir başka dünyalara, kahramanlara savrulmak, her defasında başka atmosfere geçmek zor gelir belki. Kendi sebeplerimi şimdi tam olarak bilemiyorum, çok zaman geçti ve ben öyküyü romana tercih ediyorum. O kompakt dünyalar daha ilgi çekici geliyor. Sayfalarca anlatılabilecek bir duyguyu, eylemi bir veya birkaç cümleyle duyurmak çok daha keyifli.
Lisedeki o ilk öyküden sonra uzun bir ara verip sonra nasıl geri döndünüz?
Çok uzun bir araydı, on yedi yıl kadar sürdü. Sonra bir gün Nilüfer Belediyesinin Yaratıcı Yazı Atölyesi ilanını gördüm, başvurdum. Defterimi, kurşun kalemimi alıp Nilüfer Kütüphaneye gittim. İnsanın kendi gibilerle bir arada olması çok güzel. Oldum olası ödevleri seven bir öğrenciydim. Atölyede de ödevler vardı. Mesela bir zarftan dilek falı gibi çektiğimiz sözcükleri barındıran bir öykü yazmamızı isterdi hocamız. Ya da bir önerme yazıp onu destekleyen bir öykü yazmamızı. Oyun gibiydi. O atölye sayesinde yazmaya döndüm.

Kendinizdeki öykücünün yolunu nasıl keşfettiniz? Edebiyatın ustaları, kitaplarıyla elinizden nasıl tuttu bu konuda?
Sevdiğim ve okumak istediğim gibi yazıyorum. Daha doğrusu “bildiğim” gibi yazıyorum. Başka türlüsü elimden gelmez. Benim yazarlarım Hemingway, Faulkner, Vüs’at O. Bener, Flannery O’Conner… Onların dilindeki sadeliği, samimiyeti seviyorum. Süsten püsten uzak, yalın, vurucu ve sapasağlam yazıyorlar. Bundan hoşlanıyorum. Yolumu kaybettiğim, tıkandığım zamanlarda bu ustaların kitaplarına dönüyorum. Mağara duvarlarına hayvan resimleri çizenler bir çeşit büyü yapıyordu. Çizdikleri hayvana egemen olmak için tasarlanmış bir büyü. Çizer, ayrıntılı çizebilirse ve resmi bir bizona gerçekten benzerse dışarıdaki bizonlara boyun eğdirebilirdi. Ben de defterime sevdiğim kitaplardan pasajlar yazıyorum. Kurşun kalemle aklım arasında hayalet bir yol beliriyor. Çalmaktan söz etmiyorum elbette. Buna gönül indirmem. Benden önceki ustalardan yol yordam öğreniyorum ve öğrendiklerimden oluşan temel üstüne kendi sözlerimi inşa ediyorum.
“BUNCA KÖTÜLÜK NEREDEN GELİYOR?”
“Öykü, insana meydan okuyan bir şey” diyorsunuz. Nasıl meydan okuyor?
Zorluğuyla meydan okuyor. Yeni bir öykü yazmak için her oturduğumda hiçbir şey bilmediğimi fark ediyorum. Formül yok, yönerge yok, kılavuz yok. Anlatıcı bu kez kim olacak, kahramanlar perspektif açıdan nasıl konumlanacak, öykü nasıl başlayıp nasıl sonlanacak. Aklımda yalnızca bir yığın soru oluyor. İlk cümleyi yazıyorum, siliyorum, yine yazıp yine siliyorum. Sonra ilk paragrafı yazıp sürekli değiştiriyorum. Cümleler, anlatmak istediğim şeylerin yanına bile yaklaşamıyor, Sisifos’un kayası gibi ha bire tepeden aşağı yuvarlanıyor. Doğru ritim sayfada duyulana kadar çaba sürüyor. Ele avuca sığmayan, uçup kaçan doğru sözcüklerin peşinde bir yolculuk. Abartmak ya da güzellemek için uğraşmıyorum.
“Ah, neler çekiyoruz, bilemezsiniz!” demek de istemiyorum. O zaman “Yazma kardeşim!” derler insana ve yüzde yüz haklı olurlar. Ben sadece durumu ortaya koymaya çabalıyorum. Benim için süreç böyle. Yazmayı seviyorum. O didinmeyi, yenişmeyi seviyorum.
Size öykü yazdıran temel motivasyon ne? Neyin peşine takılıp öyküye dönüştürüyorsunuz?
Öfke. Genellikle bir şey beni çok kızdırırsa aklımdan çıkmıyor. Anlamaya çalışıyorum. Bunu nasıl yapar? Bunu yaptı diyelim, şimdi nasıl yaşar? Neden? En çok da, neden, diye soruyorum sanırım. İnsanı anlamak çok zor. Hepimiz aşağı yukarı aynı şeyleri öğrenerek büyüyoruz, şu kötüdür, bu iyidir vs. Okullarda öğrendiklerimiz, sokaklarda ve evlerimizde. Sonra ne oluyor, genler mi devreye giriyor, akıl hastalıkları mı, bunca kötülük nereden geliyor? Hiçbir zaman, şu konu üstüne bir öykü yazayım, diye yola çıkmıyorum, aklımdan çıkmayan şeyler öyküye dönüşüyor, örümceğin ağını örmesine benzeyen bir süreç. Kuaförüm ve arkadaşım Özlem, müthiş bir kaynak, her gittiğimde bir şeyler anlatıyor, mahallede patlak veren olaylar, dükkanın üst katında oturan kadının başına gelenler… Bak bunu yaz, diyor her seferinde. Ama işleyiş öyle değil. Neyi yazıp yazmayacağıma ben karar vermiyorum. Yazıp yazmamak, anlatılanı ne kadar anlayamadığıma bağlı. Anlamaya çalışmak için yazıyorum.
Edebiyat sizin için neyi ifade ediyor?
Büyük büyük laflar etmek istemem ama edebiyat hayatta kalmamı sağlıyor. Ölüm var. Ölmeye doğru ilerlemek için yaşamak absürt. Bunaldıkça kitaplara sığınıyorum. “Kitaplar taşınabilen büyülerdir” diyor ya Stephen King, tam öyle. Roland Barthes da, “Okullarda edebiyat dışında bir şey öğretilmemeli” diyor. Edebiyat bize anlamayı, dikkat etmeyi, kapsamlı düşünmeyi, hayatı daha iyi okumayı öğretir.
Buzkandilleri’nde de Bir Kalbin Boyutları’nda da genel olarak ikili ilişkiler ve aile ilişkileri öne çıkıyor. Ve bu karakterler genellikle umutsuz, savrulmuş, yalnız. Bir hayal ettikleri ve bir de yaşamakta oldukları dünyaları var. İnsanın toplum içindeki bu dünyasını mı göstermek istiyorsunuz?
En sevdiğim kitap isimlerinden biri, Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’dir (Yalçın Tosun ustaya saygıyla). Herkes elinden geleni yapıyor, bunu biliyorum, çoğunlukla iyi niyetliyiz üstelik. Ama aile olmak zor. İki insan sonsuza kadar bir arada yaşamaya imza atıyor, sonra da nasıl büyütecekleri hakkında tek fikirleri yokken anne baba oluyorlar. Dehşet bir durum. O üç oda ve bir salon evde artık öyküler için kıvıl kıvıl, canlı bir ortam var. Arkadaşlarımın çoğunun çocukken şöyle bir hayali varmış: Bir gün büyüyeceğim ve annemle babam için çok güzel bir ev alacağım. Bu çok acıklı geliyor bana. Bu hayalin içinde yokluk, bitmeyen taşınmalar, kaybetme korkusu, anne babayı mutlu etme arzusu ve ebeveynden sorumlu olma durumu var. Umutsuzluk, savrulma, yalnızlık kaçınılmaz.

“METAFOR, TEK HAMLEDE TÜM HAYAL GÜCÜ SÜREÇLERİDİR”
Buzkandilleri kitabınızı tanımlayan en doğru söz, sanırım adındaki buzdan sarkıtlar gibi soğuk, keskin öyküler anlatması, ne dersiniz? Kitabın adının hikayesi nedir?
2021’de Nesin Köyü’nde Matematik, Felsefe ve Edebiyat Sohbetleri’ne katılmıştım. Kitabıma isim arıyordum. Öykülerimin isimlerini kitap ismi olarak uygun bulmuyordum, bütün öykülerimi kapsayıp kuşatacak bir isim bulmak için kafa patlatıyordum. Çok sevgili Selahattin Özpalabıyıklar’ın dersine girdik, ilgiyle dinliyorum, Selahattin Bey yenilerde Anna Kavan’ın Buz adlı kitabının çevirisini yapmış, ondan bahsediyor. Buz sarkıtlarının geçmişte kullanılmış başka bir adı olup olmadığını araştırırken bir kaynakta rastlamış buzkandili sözüne. Sözcüğe duyar duymaz aşık oldum. Çok güzel bir tınısı vardı ve bence öykülerimin tümünü kuşatacak bir sözcüktü. Yani kitabımın isim babası Selahattin Özpalabıyıklar’dır. Kendisine bir kere de buradan teşekkür edeyim.
“Öykü sadece bir öyküyü anlatmıyor, arka planda pek çok şeyi anlatıyor” cümleniz, sizin öykücülüğünüzde çok baskın bir nitelik. Metaforlar, simgeler, nesneler konuşuyor hep. Öyküyü metaforla kurmak nasıl bir imkan sunuyor?
Metafor, tek hamlede tüm hayal gücü süreçleridir. Yazılı olanı görsel olana dönüştürüverir. Metaforlar, simgeler ve nesneler akıp giden sözlerin orta yerinde bir patlama yaratır. Kadın güler, mavi kristal küpeleri şıngırdar, sonbaharın o günü, bütünüyle bir ayçiçeği tarlasını andırmaktadır, keder şimdilik tıpkı siyah-beyaz bir kedi gibi yorganların altında saklanır. Bazen okuduğum bir kitabın film uyarlamasını seyrederken şöyle derim: Hayır, bu o kadın değil, hiç benzemiyor. Çünkü iyi edebiyat okurken bir yandan da okuduklarımızı görürüz. Arka plandaki dünyayı sezeriz, aynadaki görüntüde o ana kadar hiç fark etmediğimiz bir ayrıntı keşfederiz. İyi bir yazar tek boyutlu olmayan bir dünya kurar, bizi de içeri davet eder.
Yine aynı kitaptaki Blob öyküsü de çok çarpıcı. Seçil’in tez konusu olan bloblar, “729 cinsel organa sahip, hayvan gibi hareket eden bir organizma. Yemeğe ulaşmanın bir yolunu mutlaka buluyorlar.” Tıpkı öyküdeki Serdar ve Enis gibi. Tecavüzü, riyakarlığı, sahtekarlığı metaforlarla anlatan bu öykü nasıl doğdu?
Ne yazık ki gerçeklere dayanıyor. Lise yıllarımda duyduğum ve beni onca yıl rahat bırakmayan bir hikâyeydi. Yazmak istiyordum ama çok imkânsız geliyordu; neresinden tutup nasıl anlatmalı? Yazmayı denemedim bile. Böylece o korkunç hikâye hafızamın derinlerinde bir yere gömüldü. Ta ki küf sporlarına dair bir belgesele denk gelene kadar. Belirsiz bir forma sahip, ne hayvan ne de mantar olan benzersiz yaratık blob sayesinde yazabildim bu öyküyü. Ancak beyni olmayan, yalnızca ihtiyaçlarının peşinden giden bir organizma, ne demek istediğimi anlatmama yardım edebilirdi.

“BAZEN YARATTIĞIM BİR İMGE BAŞKA BİR ÖYKÜYE SIZIYOR…”
Mavi kloş elbise, Hayatın Normal Akışı öyküsünde de karşımıza çıkıyor. Yine aynı öyküde “kılıca benzeyen bir parça buz annem” cümlesi var, başka bir öyküde de geçiyordu buzlar. Öykü karakterleri arasında yeraltından bir akrabalık ilişkisi kuruyor musunuz?
Ben yazarken ailemi şablon olarak kullanıyorum. Elimde bir anne, bir baba ve kardeşler var. Ne güzel bir kaynak. Babam şöyle biri olsaydı, annem böyle davransaydı, şurada değil de burada yaşasaydık. Çiftçi gibi söyleyecek olursam elimdeki dalları başka bitkilerle aşılıyorum. Annem aslında Adile Naşit’e benzer; çok güler, çok konuşur, sevimli ve tontondur. Buzdan bir kılıçla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bazen yarattığım bir imge sönükleşmeden, pırıltısını yitirmeden öyle uzun süre canlı duruyor ki bir bakmışsın başka bir öyküye sızmış, orada kendisine boşluğu kusursuzca dolduracak bir yer bulmuş. O öykünün ihtiyaç duyduğu neyse ona göre davranıyorum.
Halen üzerinde çalışmakta olduğunuz hangi dosyalar var?
Öykü yazmaya devam ediyorum. 2025’te yeni kitabım çıkar diye umuyorum.