Temmuz27 , 2024

Zeynep Uzunbay: “Kadınların içinden anlattığını söylemek, onların sesi olmak istiyorum”

İlgili Yazılar

Türk sanatının zarif temsilcileri

Geleneksel Türk sanatlarının ve kültürünün yaşatılmasında, dünyaya tanıtılmasında büyük...

“Biz onu en çok siyah beyaz görüntülerinden sevdik…”

“İlk işimiz Atatürk belgelerini kurtarmak. Bunu bu ülkeye ve...

Bir nesil onun sesiyle büyüdü: Jeyan Tözüm

Tiyatro, sinema ve seslendirme bütün olarak bir insan olsaydı...

“Fotoğraf, benim için müthiş bir terapi aracı oldu”

Uzun yıllardır fotoğraf sanatı ile ilgilenen iş insanı Serhan...

“Fotoğraf makinem, fırçam; yaşamın kendisi ise boyalarım oldu”

Çektiği fotoğraf karelerine yaptığı dijital müdahalelerle ortaya koyduğu eserlerinde...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

“Artık şiir kitabı çıkarmayacağım” diyen, öykü, roman ve çocuk edebiyatıyla devam eden şair, yazar, öğretmen
Zeynep Uzunbay, imgelerle, metaforlarla şiire sakladığı hikayeleri, öykü ve romanlarında yazıyor ve yine en çok kadınları konuşturuyor. Çünkü “gizli bir örgütlenme” dediği kadınlık halini hemcinsleri açıktan gerçekleştirdiğinde, içlerinden değil açıkça söylediğinde bir sürü şeyin değişeceğine inanıyor.

SÖYLEŞİ: Duygu Özsüphandağ Yayman

Duygu Özsüphandağ Yayman , Zeynep Uzunbay ile edebiyat üzerine uzun uzun söyleşti.

Okurları onu, on beş yıl şair olarak tanıdı, sevdi. Sonra bir gün romanı ile çıkageldi. Artık hikayelerini düzyazıda anlatacaktı. Şiiri romandan, romanı şiirden ayıran neydi? Hepsi birlikteydi. Damar Edebiyat Dergisi ile Çankaya Belediyesinin düzenlediği İlkbahar Şiir Ödülü üçüncüsü Sabahçı Su Kıyıları, ilk şiir kitabı olarak 1995’te yayımlanmıştı. Onu, Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödüllü Yaşamaşk (1998), Karşıyaka Homeros Şiir Ödülü aldığı Kim’e (2003) ile Yara Falı (2006) adlı şiir kitapları izlemişti. Şair Zeynep Uzunbay, 2010’da çıkan ilk romanı Acı Bir Kuş ile kalemini düzyazıya çevirdi. Geri dönüp kendi şiirine veda ettiği Geri Dönüşüm’ü de aynı yıl çıkardı. Sonrası, doludizgin öykü, roman…

Artık şiir kitabı çıkarmıyor. “Şiir beni doğurdu, büyüttü, besledi, yaktı, soğuttu, sonra da saldı. Git dedi artık” diyen Uzunbay, şiirdeki zevki, ne yazarsa yazsın aldığını söylüyor. Bu alanda düşünmeyi seven yazarın, Aydınlığım Deliyim Rüzgarlıyım – Gülten Akın Şiirinde Temalar (2011) adlı inceleme kitabı bulunuyor. Aklımın Çiçekleri (2010), Kedi Merdiveni (2011), Mamma, Erina ve Korda (2019), Konuşan Kalem (2019) kitaplarıyla çocuk edebiyatında da sevilen yazar, çalışmakta olduğu romanı da yayımlandıktan sonra uzun süre çocuklara yazacağını belirtiyor. Ama kadınlarla derdi bitmiş değil. Yokuş Aşağı Portakallar (2015) romanında, Kamçılanma Mesafesi (2019) ve Çoğunluk Dersleri (2019) öykülerinde, yolları kesişen – kesişmeyen kadınları konuşturuyor. Yeni Foça’da, yazın tıpkıbasımı bir eylül öğleden sonrasında Uzunbay ile memleketi Kayseri’den kalkıp dünyaya yayılan uzun bir edebiyat söyleşisine çıktık.

Zeynep Uzunbay, Yokuş Aşağı Portakallar (2015) romanında, Kamçılanma Mesafesi (2019) ve Çoğunluk Dersleri (2019) öykülerinde, yolları kesişen – kesişmeyen kadınları konuşturuyor.

“AÇIKTAN SÖYLEYEMEYECEĞİM ŞEYLERİ ŞİİRLE YAZDIM”

Şiir yazarken öyküler kenarda bekliyor muydu? O yol ayrımı nasıl oldu?
Şiirin içinde her zaman öykü var ama saklı. Şiir daha çok, söyleyemeyip sarıp sarmalayıp yazdıklarımdı. Bir tür yeniden sahnelemeydi. Açıktan söyleyemeyeceğim şeyleri imgelerle, metaforlarla kotarıp yazıyordum. Yazdığım sürece de şimdi de şiire yabancılaşıyorum. Alt alta yazınca ne oluyor da şiir oluyor? Düzyazıdan farkı ne? Yan yana yazsam ne olur diye başlamıştı. Şiire yüklenen uhrevi anlam da tuhaf gelmeye başladı. Şiirle alıp veremediğim bir şey yazarken de vardı, hala var. Belki şiir böyle bir şey, tanımsız olması da… Aşka benzeyen tanımlar yapılıyor. Şiiri bıraktım, dediğimde, “Hayır, sen bıraksan şiir seni bırakmaz” dediler.

Bıraktınız mı peki?
Bırakmak diye bir şey yok. Çünkü onlar da sözcüklerle yapılıyor, çekirdeğe dokunmaya çalışıyorsun yoksa söz çıkmıyor. Ama şiir yazacağım diye masanın başına oturmayı bıraktım. Şiir kitabı da yayımlamıyorum. Buna karar verdiğimde Geri Dönüşüm’ü yazmaya karar verdim. Şiir olmayan bir şiir yazmayı denedim. Geri dönmeyi… Geri geri gidip bir daha bakmayı. Şiiri düşünen bir kitap olacaktı. Hem benim geri dönüşüm hem de bütün yaptıklarımı eskimiş görüyordum, onlardan yeni bir şey daha yapmak. Son bir kitap yazdım. Sözcüklerden başka hiçbir şey yoktu elimde, çocukluğumdan başlayarak. Tuvalim olsaydı biri elimden tutardı belki resim yapardım.

Şiir çocukluğunuza mı dayanıyor?
Türküler dinliyorsun, şarkılar söylüyorsun. Bir olayı öyküleyip yanık yanık türkü söyleyerek gelip giden destancılar ilgimi çekiyor. Kendini anlatmaya çalışacaksın, en uygun anlatma yolu şiir. Çünkü saklama imkanın var. Söyleyeceğin şeyler kimsenin hoşuna gitmez. Yazdığım şiirlerde aklımdan geçirdiğim şeyleri kimse görmedi sanırım. Onun içinde taciz var, istismar var, yok yok… Hepsi o şiirlere gizlendi. Şiirin kazandırdığı en büyük şey, dille neler yapılabileceğini gösterdi. Beni doğurdu, büyüttü, besledi, yaktı, soğuttu, sonra da saldı. Şiir beni saldı. Git, dedi artık.

Öyküleri not alıyor muydunuz?
Şiirlerim yayımlanmadan önce öyküler yazıyordum. Sonra şiirden yol buldum, gönderdim dergilere. Öykü de gönderdim ama yayımlanmadı. Bir öykücüye göndermiştim, o da beğenmedi. Sonradan anladım ki zaten onunla yola gidilmezmiş. Ama tabii çok gençsin, acemisin, yayın dünyasına taşradan, imkansız bir şeye bakar gibi bakıyorsun. Yazdığını postayla gönderip cevap bekliyorsun…

Kendi sözcüklerinizi bulup söylemeye başlamanızın hikayesini anlatır mısınız?
Şiir yazarken kendime ait bir şeyi bulmaya çalışıyorum. Keyif almaya çalışıyorum. Bir dönem okuduklarımın etkisinde kalmış olabilirim ama neyse ki çabuk çark ettim. Yazılmış şeylerin iyisinden kötüsünden nasiplenerek bir yere geliyor insan, sonra kendisiyle baş başa kalıyor. “Ne anlatıyorum, niye anlatıyorum, anlattığım zaman bana ne oluyor, anlattığımdan memnum muyum?” zamanı geliyor. Şimdi, birçok şiirimin bana ait olmadığını düşünüyorum. Onları bu soruları sorarak yazmadım. Özellikle ilk kitabımdaki kimi şiirlere o gözle bakıyorum. Benim değiller. Ama onlar da şöyle benim; çocuğun kaşık tutmayı öğrenmesi gibi…

Kayseri’de büyürken kendinize nasıl bir dünya kurmuştunuz?
Bulunduğumuz mevkiyi hiç sevmiyordum. Babam Köy Enstitülü öğretmen. Köyün merkezinde gürül gürül pınarların aktığı yeri bırakmış. Dönemin Köy Enstitülü öğretmenleri, köyün dışında, kocaman bahçeli evler yapmış. Sokak yok, insan yok, dayılar, emmiler, nineler yok. Su yok. Pınar köyde boşa akıyor, oradan su taşıyorsun. Orada büyümediğin için herkese yabancısın. Bunu anlamlandıramıyordum. O göreve her gittiğimde bir yabancılık duygusu. Ninelerin, “Sen kimin kızısın?” demesi, susuz yere iki güğüm suyla dönmek. Hep düşünüyordum; biz niye buradayız, bunu neden yapıyorum, suyu neden ben taşıyorum, ağabeyim taşımıyor? Onun kolları daha güçlü. Babam niye taşımıyor? İlk feminist olmam bu sanırım.

Bir de yabancılık, yabancılaşma duygusu.
Katmerli bir duygu çünkü köyündesin ve yabancılaşıyorsun. Şehre git, yabancılaş! Okullar açılınca şehre gidiyorduk, al sana bir yabancılık daha! Senin gibi konuşmayan, giyindiğin gibi giyinmeyen çocuklar. İlk kitabımda geçer; pürçekli demiştim havuçtan söz ederken ve herkes dalga geçmişti. Şimdi severek düşünüyorum o sözcüğü. Geriye kalan şey, sözcükler. Onları da dışından söyleyemiyorsun. Kabul görmek istiyorsun, çocuksun. Şiir defterleri dolup taşmaya başladı.

Edebiyat öğretmenisiniz ama önce hemşirelik döneminiz var. İlk planda edebiyat okuyacağım dememişsiniz sanırım.
Demedim. Ben sadece lise okumak istiyordum, oradan üniversiteye… Ne olmak istediğimi bilmiyordum. Babam çok istedi yatılı okumamı. O da hemşirelikte var. Bir de öğretmenlik vardı, onu da kazanmıştım ama öğretmen lisesi olmuştu okullar. Bitirdiğinde öğretmen olmayacaksın, yeniden üniversite okuman gerekecek, dedi. Hemşire olmayı istemedim. O okulun bir faydası oldu; ders çalışmadım, kitap okudum. Babamdan intikam alır gibi sınıfta kalmaya çalışıyordum. 12 Eylül’ün bir yıl öncesi ve bir yıl sonrası hemşireydim. Berbattı. Lisede temel dersleri okumamanın getirdiği sonuç; üniversite sınavında edebiyatın dışında çok seçeneğim kalmamıştı.

Yazar Zeynep Uzunbay, zaman zaman çeşitli kurumların düzenlediği etkinliklerde çocuklarla bir araya geliyor.

Sonra o hemşireler ve öğretmenler, öykülerinizde canlandı.
İnsan deneyimlemediği şeyi yazamaz. Her şeyi de deneyimlemek zorunda değiliz tabii; çağrışımla da yazabiliyor insan ama kanlı canlı karakterler dururken başka şey anlatmaya gerek yok. Hastane var, okul, hemşireler, doktorlar var. Çok da haksızlık etmeyeyim kendime; Kamçılanma Mesafesi’nde öğretmen de yok hemşire de. O daha çok geri dönüşüm işi yapan işçi kadınların hikayesi.

Şiir de deneyim alanınız. Öykülerinizde şiirli bir dil var. Konuşmanın başında, şiir bırakılabilir mi, dediniz ya insan her deneyimi başka şekle dönüştürebiliyor galiba.
Aslında bu konuşma bile beni, şiirle alıp veremediğim şeye götürüyor. Şiirin dil olanaklarını, öteki yazının dil olanaklarından niye ayıralım? Bu hiç anlayamadığım bir şey oldu. O yüzden şiire şiir demekten vazgeçtim. Romanın içinde şiirsel, şiirin içinde öyküsel hikayeler olamaz mı?

Eserlerinizde en dikkat çekici ortak yan, anlatıcı karakterlerin çoğunlukla kadın olması. Kendiliğinden mi gelişti?
Aslında kendiliğinden gelişti. Sanırım biraz işin kolayına kaçıyorum. Kalemim nereden işliyor, kafam nereden çalışıyorsa oradan yürüyorum. Erkekleri de yazdım aslında Çoğunluk Dersleri’nde. Kadınları anlatırken erkekleri anlattığımı düşünüyorum. Çünkü takılıp düştüğü, üstüne düştüğü, yaralandığı erkekler var.

Öykülerde kadınların ön plana geçmesi, hayatta kadının çok söz sahibi olamamasının tezahürü mü?
Evet, kadınları konuşturmak istiyorum. Üstelik de kadınların söylemediği şeyleri söyletmek istiyorum. Kamçılanma Mesafesi’nde, Yokuş Aşağı Portakallar’da kadınlar çoğunlukla içlerinden konuşuyor. Ben yazdığım zaman ses bulacaklar diye düşünüyorum. Kadınların içinden anlattığını söylemek, onların sesi olmak istiyorum. Bu ihtiyacım bitmediği için başka şeye geçemiyorum. Ömrüm vefa ederse, kadınlarla ilgili anlatmak istediklerim biterse ki öncelik her zaman onların olur ya da bir kadını anlatmak için bir erkeği anlatmam gerekirse anlatırım.

“GİZLİ BİR ÖRGÜTLENME VAR”

Birbirini tanımayan pek çok kadının hikayeleri aslında akraba. Eserlerinizi de o duyguyla okudum. Kamçılanma Mesafesi’nde kahramanlarının çoğu birbirini tanımıyor. Yokuş Aşağı Portakallar’da ise o hissim vücut bulmuştu; tüm kahramanlar birbiriyle temas halinde.
Kadınlık halinin gizli bir örgütlenme olduğunu düşünüyorum. O örgütlenmeyi açıktan, kadın olarak da gerçekleştirdiklerinde, içlerinden düşünmekten vazgeçtiklerinde, açıkça söylediklerinde bir sürü şey değişmiş olacak. Onun için, içinden söylediklerinin sesi olmak istiyorum. O duyguyla yazdım. Birbirlerini tanımasalar da birbirlerinin yanından geçirdim. Şiirde sözcüklerle oynamaktan hoşlandığım gibi öyküde de karakterleri birbirleriyle karşılaştırmaktan hoşlanıyorum. Bir yere gidiyorum, başka insanlar, ağaçlar, yollar var; bırakıp geliyorum ve onlar orada yaşamaya devam ediyor. Hikayeler birbirinin yanından geçip gidiyor ve birbirlerinden hiç haberleri olmuyor. “O nedir?” merakıyla oturuyorum bilgisayarın başına. O insanlar karakterim olabiliyor.

Zeynep Uzunbay, Yara Falı’nı 2006 yılında yayımladı.

Öykülerde de kadınların birbirine karışan hikayeleri var. Birisi birden ortadan kaybolabiliyor. Bir diğeri, “Adım Özgecan da olabilir, beni keserler” diyor.
Evet, Çoğunluk Dersleri’nde Seher kayboluyor, ne olduğunu hala merak ediyorum. Kadınları yeterince anlatabildiğimi düşünmüyorum. Hep eksiklik duygusuyla yeniden bakıyorum. Öyle çok gizlenmek zorunda kalmışlar ki… Çok basit gibi görünen konuyla ilgili de. Ömrümün sonuna kadar anlatsam bitiremem, kadınlık hallerini. Bunun mesaisini de yapıyorum. Her sınıftan, her yerden kadınları dinlemeyi çok seviyorum. Benim bile anlatamayacağım hikayelerini dinliyorum.

Hikayelerdeki kadınlar kim? Ne yaşıyorlar?
Korkunç şeyler yaşıyorlar. Biz biraz kurtarılmış yerlerdeyiz. Bizim eğitimimizde ve yaşam koşullarımızdaki kadınların da anlatmaya değer çok hikayesi var ama yine de kendimizi ifade etmenin yollarını oluşturmuşuz. Ekonomik özgürlüğümüz olmuş. Sorun bitmemiş ama insanca yaşayabilmenin bazı olanaklarını yakalayabilmişiz. Bu bile beni üzüyor. Sen yakalamışsın, şu kadın ne olacak? Konforumdan utandıran çok kadın tanıdım. Cinsiyet üzerinden ağır travmalar yaşıyor kadınlar. Gizlenen şiddet, cinsel şiddet, cinsel taciz. Gülüp oynayan bir kadına bakıyorsun; ilaçlar kullanıyor, yolu psikoloğa evrilmiş. Kendini suçlamış. Baş edemeyince başka bir hikaye yazmış. Asıl acı çektiği yer şurada dururken gelinini çekiştiriyor, oğluyla arası bozuk, panik atak geçiriyor, tansiyon problemi yaşıyor… Toplumsal cinsiyet rolünün ona biçtiği bütün cefaları almış kabul etmiş, başka bir kadına yaşatıyor.

Son romanınız ne üzerine?
Sözcüklerin, mekanın, nesnelerin konuştuğu; bunların çağrışımıyla hayatın nasıl gerçekleştiği, insanın nasıl var olduğuyla ilgili biraz eğlenceli, aynı zamanda hüzünlü, hayatı sorgulayan bir karakter ve başka karakterler var.

Şimdi baştan başlasak bambaşka, yeni bir söyleşi yapabiliriz.
Evet. Öyle olmuş. Neden şiir diye sormuşlar, on ayrı cevap vermişim, her seferinde yeniden düşünmüşüm. Yeni bir şey gelmiş aklıma ve ona inanmışım. Örneğin sırtımdan akan ter için demişim. Utandığım için demişim. Utanmamı açık etmek için demişim. Her seferinde, doğru olan başka bir şey söylemişim.