Kasım2 , 2024

“Ya sanatla uğraşacaksın ya da başka bir adam olacaksın!”

İlgili Yazılar

Şimdi Contemporary İstanbul zamanı!

Türkiye'nin önde gelen çağdaş sanat fuarlarından Contemporary İstanbul, 19....

Türk-Japon Dostluğu Odağında Rakugo ve Komedi

400 yıllık hikaye anlatma geleneği Rakugo, Japonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin...

Sinema dünyasının ortasında Kalkütalı bir komple sanatçı

Sinemayla dopdolu yirmili yaşlarım geri gelmese de eski...

istanbulansiklopedisi.org erişime açıldı

Reşad Ekrem Koçu’nun “İstanbul Ansiklopedisi”nin basılı ciltleri ile ilk...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Elinde gitarı yumuşacık sesiyle “O yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?” diye sorduğu salonda, kitaplardan örülü bir dünyada, derin bir sohbete davet ediyoruz sizi… Müziği, sinemayı, resmi ve edebiyatı büyük bir ustalıkla buluşturup disiplinler arası geçişlerle yoğuran sanatçı Mehmet Güreli’nin salonunda size de yer var; buyurun!

RÖPORTAJ: HAKAN KAHVECİ

Bazı insanlar vardır; anlatmaya nasıl ve nereden başlayacağınızı bilemezsiniz. Hele de onunla beş saatlik bir zaman dilimini, soluksuz bir sohbet olarak hayatınızın en güzel anılarından biri olarak mühürlediyseniz… Mehmet Güreli, sanatın farklı dallarında aynı anda eserler üreten, ödüller alan bir sanatçı. Yumuşacık sesiyle, sakin sakin “Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?” diye sorduğundan bu yana dünyamız aynı değil. Müziği çok farklı tınıları buluşturuyor. Çünkü o, notaları iç dünyamıza giden bir merdiven basamakları gibi kullanıyor. Çeşitli tekniklerle yaptığı resimler başka dünyalara davet ediyor bizi.
Aynı zamanda bir yönetmen. 2008’deki “Gölge” ve 2018’deki “Dört Köşeli Üçgen” filmlerinde bambaşka hikayeler anlattı. “Dört Köşeli Üçgen” aynı zamanda dayısı Salah Birsel’in romanının uyarlaması. Belgesellere de imza attı; “Vapurlar” (1986), “Necdet Mahfi Ayral” (2003), “İstanbul’a Yolculuk – Dünya Yazarlarının Gözüyle” (2006) ve “Bir Zamanlar Yeşilçam: Abdurrahman Keskiner” (2022) belgeselleriyle izleyiciye ulaştı. Sanat ve edebiyat konuşulan, dönemin ünlü yazarlarını, Sait Faik’i, Behçet Necatigil’i çocukluğunu geçirdiği evde konuk olarak gören; Edip Cansever, İlhan Berk, Ece Ayhan, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Tezer Özlü, Leyla Erbil ve daha niceleri ile dostluk, arkadaşlık yapan Mehmet Güreli, “Sıcak Bir Göz” (1985), “Alope’nin Odası” (1993), “Hayaller ve Sokaklar” (2009), “Bedrufi’nin Nefesi” (2015) ve “Şehirli Karınca” (2020) kitaplarıyla okurlara edebiyat ziyafeti sundu. Sinema, müzik ve resim dünyasında disiplinler arası ilişkiler kurduğu öykü kitabı “Şehirli Karınca”, Vedat Türkali Öykü Ödülü ile Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık bulundu.
O, “Bazen bir buluşma, bir kahve, bir melodi, bir tesadüf ya da bir bağlantı, gideceğimizi düşündüğümüz hedeften bambaşka yerlere götürür bizi” diyor. Biz de onunla bambaşka dünyalara uzandığımız bir söyleşi yaptık. Laf lafı açtı ve o her seferinde ünlü bir düşünürün, sanatçının sözünden alıntı yaparak devam etti.
Şimdi sizi berrak bir zihinden akan samimi sözlerle derinleşen o sohbetin satır başları ile baş başa bırakayım…

Mehmet Güreli’nin zengin ilgi alanını çok geniş yelpazeye yayılan kitap ve dergilerinde de görmek mümkün.

Pascal, ‘Dünyanın en zor şeyi’ diyor, ‘İnsanın odasında yalnız başına kalabilmesi.’ Bu cümleyi çok da yaymışımdır. Bunun ne kadar zor ama bir o kadar da büyüleyici olduğunu kendi hayatımda da hissetmişimdir. Bana bazı sorular geliyor: ‘Hayatınızda nasıl zaman buluyorsunuz bu kadar çok ve farklı disiplinlerde iş yapmaya?’ diye. Senin sorularının içinde olan bir şeydir de ondan anlatıyorum. Dışarıdan zannedildiği gibi değil. Hegel’in sözü gibi, ‘İç, dıştır’ diyor. Anlatabildim mi? Çok fazla yerde aramayalım hayatı aslında. Bu odanın içinde bir boya varsa sen bir hamle yapıp o boyayı alıp bir yere aktarıyorsan o resim başlamış demektir. O anda çıkmamış olabilir ama o zaman da bir şey öğreniyorsun, çalışmaya devam et. Yani bir şey haline gelebilmesine kadar seni mutlu edecek hale kadar çalış. Belki de bu işin özü!

Ya sanatla uğraşacaksın ya da başka bir adam olacaksın. İki tür insan tipi var. Eğer bunu bırakırsan öbür taraf çalışıyor zaten. Herkes uyurken sen kitap okuyorsan ne mutlu sana, değil mi? Ama okumuyorsan da mutsuzsun anlamına gelmiyor. Okumayanları da hor görmemek gerekiyor. İşin püf noktası burada. “Senin gibi olmayanlar kötüdür, sen iyisin” gibi bir şeye de saplanmamak lazım. O zaman kibir giriyor, o kibir de adamı öldürür.

Mehmet Güreli’nin kütüphanesindeki Jean-Luc Godard kitabının yeri ayrı…

Evin içinde sana öğretilen bir şeyler var. Bunların doğru olup olmadığının bedelini hayatın boyunca ödeyebilirsin. Doğruysa ne mutlu sana! Yanlışsa da yanmışsın. Yanlışsa gençliğinde de yanlıştır. İnsanın kendini tanıyamaması da bir ömür sürer. Acıklı biraz, trajik gibi geliyor ama böyle. Herkes insanın kendini tanıması bir ömür sürer zannediyor. Tanımaması da öyle sürüyor. Çünkü tanımamasını beklemiyor insanlar. Zannediyorlar ki belli bir yaştan sonra insan kendisini tanır. Yok öyle bir şey aslında. 40 yaşında doğru yolu bulursun! Öyle bir şey yok. Adam ölürken bile doğru yolun ne olduğunu bilmiyor. Yanlış yolda ölen milyonlarca insan var. Yanlış yol diye bir şey de yok belki de…

Çocukluk, hayata nokta koyacağım bir şey var. Kitaplı bir evde büyümek ve sesi yükselmeyen ebeveynler içinde, sana buyurganlık duygusu vermeyen, senin özgür ruhunu gelişmek için bırakan insanlar arasında yaşamanın büyük bir şans olduğuna inanıyorum. Bütün hayatta insana onu söylüyorum: ‘Bağıran biri varsa çevrenizde alın çantanızı kaçın!’ Bağıran ve buyuran biri, sizi bir şekle sokmak isteyen biri varsa kaçın. Bu anlayışla yetiştiğin zaman toleransın, hoşgörün, sevgi doluluğun, başkalarına bir şeyler verebilme, paylaşma duygun çoğalıyor. Okula gitmeden önce o yedi yılda, bir kere bile herhangi bir şeyle uğraşırken ‘Niye bununla uğraşıyorsun?’ diye soru sorulmayan bir yerde yetişmişsen bu seni bütün hayatın boyunca alıp götürüyor. Bundan büyük mutluluk yok! Bunun parayla, olanakla ilgisi var diyen varsa hiç onları dinlememek gerekir. Şimdi bunu okuyanlar, ‘Bu adam ne diyor?’ da diyebilir. Ben doğruyum anlamında bir şey söylemiyorum. Ben böyle yetiştiğim için çok başka baktım dünyaya.

Sanatçı Mehmet Güreli, üretkenliği ve çok yönlü kişiliğiyle tanınıyor. Güreli, sinematografik bakış açısını resimlerinde de ortaya koyuyor.

Benimle dergi çıkarmaya gelmişti biri Cağaloğlu’nda. Baktım, elimdeki çay bardağını kitabın üzerine koydu. ‘Kitabın üzerine bardak koyan biriyle ben dergi çıkarmam’ dedim. Nasıl sinirlenmişti bana, hiç unutmuyorum. Çayı koyacağın yer şurasıdır (önündeki sehpayı işaret ediyor). Burası değil (kitapları işaret ediyor).

Ben tercihimi nasıl yaptım? Hiç fark etmeden yaptım. İçimdeki ses bana diyor ki ‘Sen film çekeceksin, kitap okuyacaksın, yazacaksın.” Kafanda bir şeyler uçuşuyor. Mesela ritme yatkınlığını insan anlamaz mı? Ama evde Salah Birsel vardı. Benim için ‘Ritim duygusu gelişmiş’ diyordu. Bunu hissediyorsun işte. Actors Studio hocalarından Stella Adler’in bir sözü var, ‘Yeteneğin, tercihinde gizlidir’ diyor. Sen içindeki sesi duyuyorsan o ses seni yönlendiriyor.

Neruda’nın bir sözü var. ‘Cortazar’ı okumamak şeftali yememek gibidir hayatta’ diyor. Şeftali yiyince Cortazar okumuş olmuyorsun. Ama Cortazar okuyup ondaki zenginlikle yaşadığın zaman aldığın hazla, şeftali yiyen adamdan da ayrılıyorsun.
Bilmediğin sokaklara gidiyorsun, hiç bilmediğin yerlerde dolaşıyorsun, insanın en bilmediğin duyguları ile dolaşıyorsun. Yeniliklerle karşı karşıya kalıyorsun, coşup gidiyorsun. Şunları yaparsan şuraya varırsın diye yaparsan bunu da hiç anlamamış oluyorsun. Hazzı öğrendiğin zaman hazırlopun ne olduğunu da öğreniyorsun.

Bilgi çok önemli bir mesele. Bilgiyi edinmek çaba ister. Bilgi, kendi kendine gelip “Ben geldim” demez. Senin gidip bulman gerekiyor. Hangi bilgiye gideceksin? İşte bunun için de ayrı bilgi edinmen gerekiyor. Zor gibi anlatıyorum ama aslında çok kolay. Dinlediği müzik insanın kim olduğunu anlatmaz mı? Okuduğun kitap da yaşadığın ev de anlatır.

Sen sinema tarihini nasıl öğrendin?’ diye soruyorlar. ‘Fransızca dergilerden’ diyorum. Fransızca biliyor musun? Bilmiyorum. Peki, nasıl öğrendin? Bunların yöntemlerini de öğreniyorsun. Kendi kendine yapıyorsun bunu. Ben gitar dersi alıyordum. Baktım ders alacak paramız yok. Zaten gitarı taksitle almışız. Annem Sümerbank’ta çalışıyor. Babam elinde sebze, et, peynir, diğer elinde de kitap getiriyor eve. Salah desen (Salah Birsel) bana diyor ki ‘Paris’ten kitap geldi. Hadi Mehmet gidelim alalım kitabı.’ Ben böyle küçük bir adamım. (Eliyle 10 yaşlarında bir çocuk boyu işaret ediyor). Postaneye çıkıyoruz Beyoğlu’na. Onun bir kitapçısı vardı Paris’te. Bütün paralar buralara gidiyor. Paris’ten bana bir kitap getirmişti. Jean Luc Godard sineması ile ilgili. O zaman ben Godard sineması ile ilgiliyim ama çok küçüğüm daha, 15-16 yaşındayım. Şu karşıdaki kitabı. Benim Fransızca bilmediğimi bilmiyor mu? Biliyor. Ama Salah, Fransızca hocası idi. Nişantaşı Ortaokulu’nda. Ayhan Işıklar, Hasan Pulurlar onun talebeleriydi.

Eğitimin ne olduğunu, ne kadar önemli olduğunu bilmek gerekiyor. Kimin nasıl eğiteceğine, eğitmeye yetkin olduğuna karar verecek bir mekanizma olmalı. Bizim zamanımızda hocaların ne kadar yetkin olduğunu anmak istiyorum. Bir gün Engin Cezzar ile tanıştım. Benim ilkokuldaki hocamın talebesi imiş o da. Hocamdan duymuştum. Hamlet’i oynuyordu o sırada. Amerika’dan gelmişti ve gazetelerde çok haber olmuştu. Bizim hocamız da Namık Kemal İlkokulu’ndan Münevver Hoca dedi ki “Benim talebemdi Engin Cezzar. Shakespaere oynuyor”. O zaman sekiz yaşındayım, belki dokuz. Shakespeare, Hamlet, Engin Cezzar. Ve bir hoca bunu bize öğretmiyor, söylüyor. Sonra, Engin Cezzar ile küçük bir partideyiz, ben Engin Cezzar’a yaklaştım, ‘Sizinle bir ortak noktamız var, bunu söylemeden geçemeyeceğim’ dedim. ‘Buyurun’, dedi müthiş kibarlığıyla. Çok harika bir adamdı. Allah rahmet eylesin. ‘Biz aynı okulda okuduk ve benim hocam sizin de hocanızmış’ dedim. ‘Münevver Hanım mı?’ dedi. Kaldım öyle. Aynı yerdeyiz. Demek ki bir hocanın bir şey sunması unutulmuyor. O hocayla yetişmiş olmayı unutmamış o da. İz bırakan bir hocaymış.