Temmuz27 , 2024

Birbirine sarılmak ve şarkı söylemek acıdan kurtulmaya yeter mi?

İlgili Yazılar

Türk sanatının zarif temsilcileri

Geleneksel Türk sanatlarının ve kültürünün yaşatılmasında, dünyaya tanıtılmasında büyük...

“Biz onu en çok siyah beyaz görüntülerinden sevdik…”

“İlk işimiz Atatürk belgelerini kurtarmak. Bunu bu ülkeye ve...

Bir nesil onun sesiyle büyüdü: Jeyan Tözüm

Tiyatro, sinema ve seslendirme bütün olarak bir insan olsaydı...

“Fotoğraf, benim için müthiş bir terapi aracı oldu”

Uzun yıllardır fotoğraf sanatı ile ilgilenen iş insanı Serhan...

“Fotoğraf makinem, fırçam; yaşamın kendisi ise boyalarım oldu”

Çektiği fotoğraf karelerine yaptığı dijital müdahalelerle ortaya koyduğu eserlerinde...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Soru, Hollandalı oyun yazarı Lot Vekemans’ın kaleme aldığı “Zehir” adlı tiyatro oyununa dair… Hem bu sorunun cevabını hem de daha fazlasını bu oyundaki “kadın” rolüyle seyirci karşısına çıkan başarılı oyuncu Sevinç Erbulak ile konuştuk.

SÖYLEŞİ: HALİME SÜREK KAHVECİ

Oyunculuk hayatına henüz öğrenciyken, dizi sektörünün en çok anılan yapımlarından “Süper Baba” ile adım atan, o dizide oynadığı “Zeynep” karakterini kızına ad olarak seçen, çok sayıda tiyatro oyununda seyirciyle kucaklaşan, ödüller kazanan oyuncu Sevinç Erbulak, 31 sezondan bu yana sahne üzerinde… Bu süre zarfında geniş kitlelerce izlenen çok sayıda diziyle seyirciye ulaşan, İBB Şehir Tiyatroları oyuncusu olarak tiyatro sahnelerinde sayısız kahramana hayat veren Sevinç Erbulak ile iki kişilik bir oyun olan “Zehir”in kulisinde buluştuk. Müze Gazhane’deki Meydan Sahne’de Ahmet Saraçoğlu ile birlikte rol aldığı oyun, Hollandalı yazar Lot Vekemans’ın imzasını taşıyor. Birçok dile çevrilen ve çok sayıda ödüle layık görülen oyunda, geçmişte yaşadıkları trajik kaybın ardından ayrılan çift, yıllar sonra bir araya gelmek zorunda kalıyor. Acılı bir geçmiş hesaplaşmasına dönüşen buluşma, karşı tarafın da neler hissettiğine dair eksik bırakılan taşların yerine oturtulmasıyla seyirciyi içine çekiyor.
Sevinç Erbulak ile “Zehir” oyunu üzerinden başlayan sohbetimiz, bambaşka noktalara ulaştı, derinleşti…

İBB Şehir Tiyatrolarında sahnelenen ve Sevinç Erbulak ile Ahmet Saraçoğlu’nu izlediğimiz “Zehir” adlı oyun, ölümün hem ayırdığı hem birleştirdiği bir çiftin öyküsünü anlatıyor.

Öncelikle sahneye çıktığınız “Zehir” oyunu ile başlamak isterim. Acıya, acıyı yaşama biçimlerinin farklılığına ve kadın erkek ilişkilerine odaklanan bu oyun sizce seyirciye ne söylüyor?
Ne söyledi size, sizde ne kaldı?

Ne söyledi bana? Çok çok samimiydi.
Biz de onun peşindeyiz, oyundaki hakikatin peşindeyiz. Meydan sahnede oynuyoruz. (Sahne tıpkı meydan gibi, 360 derece seyirciyle çevrili.) Yapısı gereği; kaçamayacağınız, duygusal ve fiziksel olarak hiçbir hareketin saklanamayacağı, sahte hiçbir duygunun seyirciden gizlenemeyeceği bir er meydanı olduğu için meydan sahne, bu seyrettiğiniz oyundaki hedefimiz, tam da bu! Oyunda, uzun ve hesaplaşılamamış bir mesele var. Mesele çocuk. Ama siz onun yerine istediğiniz her şeyi yerleştirebilirsiniz. İki yetişkin, konuşsalar nereye gideceğini bilemedikleri bir ertelemeden ötürü – belki konuştuklarında da ayrılacaklardı ama başka bir iletişebilme biçimine geçebileceklerdi- görüşmekten kaçınmış. Bu ertelenmiş hesaplaşmanın sonunda en azından ikisinin de ruhunu onarmanın peşindeyiz.

Duygu yoğunluğu, hüzün çok fazla oyunda… Her oyun aynı duygu yoğunluğu ile mi oynanıyor?
Meydan sahnede oynamak bile oyunun talihini değiştiriyor. O gün tiyatroya geldiğimiz halimiz bile etkiliyor oyunumuzu. Çünkü ben, dışarının dışarıda kaldığına inanmıyorum. Ancak bir gün robotlar tiyatro oynayacaksa yapabilir bunu.
Bir de Ahmet ile (rol arkadaşı Ahmet Saraçoğlu) şöyle bir şeyin peşindeyiz. Bu oyun hiç hijyenik bir oyun değil. Ne demek bu? Yani Ahmet bitiriyor sözlerini, ben başlıyorum şeklinde ilerlemiyor. İç içe davranma hedefimiz var. Bu hedefin içinde seyircinin her ikimizi de çok net bir şekilde algılamasını istiyoruz. Tıpkı hayat gibi… Benim 31 sezonluk profesyonel hayatımda hiç denk gelmemişti böyle bir oyun…

Seyirciye çok yakın oynuyorsunuz. Hatta seyircinin tepkisi çok o anda, oyunun içinde, sahneye düşüyor. Sizin sözlerinize yönelik iç çekmeler, tepkiler oluşuyor. Bunlar nasıl geliyor size?
Kendimizi çok iyi hissediyoruz. Sahnede hiçbir şeyi görmeden, sadece karşıdaki oyuncuyu görmeye de inanmıyorum ben. Son derece dışarıdan bir yerden, bütün oyunu denetleyen bir mekanizmayla da oynuyorum. Her şeyin farkındayım. Öyle de olmak zorundayız. Çünkü seyirci farklı olabiliyor. Bazen hissi ağır algılıyor seyirci. O zaman oyunu biraz yukarı çıkarıyoruz. Bazen de bakıyoruz ki içerideler, bizimleler, onlara dokunuyoruz. O zaman da biraz hafifletelim diyoruz.

Oyunun tanıtım metninde şöyle bir cümle vardı; “Birbirine sarılmak ve şarkı söylemek her şeye rağmen acıdan kurtulmak için yeterli mi?” diye. Sizce yeterli mi?
Tek başına böyle bir şeyin yeterli olacağını hiç düşünmüyorum, hayatta da. Ama oyunun o anına gelene kadar konuşulan her şey, tüm posaları o kadar dışarıda bırakıyor ki. Evet, o an için yeterli! Çünkü kadın samimiyetle duymanın peşinde. Çünkü adam başka bir gezegen, kadın başka bir gezegen. Bazen denk gelip birbirlerini duyuyorlar.

Sevinç Erbulak , TRT’nin evsanevi dizilerinden Süper Baba’da rol aldı.

Kadın, “Mutlu insanlardan nefret ediyorum” derken çok samimiydi, aynı samimiyet “Mutlu olmak istiyorum” derken de vardı. Tezat mı bu?
Tam da böyle bir şey değil mi hayat! Nefret etme sebebi, mutlu hissetmemesi. Ama aslında nasıl bir duygu olduğunu hatırlamaya çalışıyor. Çünkü daha önce mutlu olduğu anlar var. Hep hatırlamış. Mutluluk illa birilerinin varlığı ile olan bir şey mi yoksa kendini bu ağulu yapıdan çıkardığında bulabileceğin bir şey mi? Onu biraz tartışıyor kendi içinde ve ilk defa birine anlatıyor.

Oyunculuğun yanı sıra yaklaşık 10 yıl önce Erbulak Evi’ni kurdunuz. Oyunculuk, yazarlık giderek daha çok ilgi gören alanlar haline geldi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında son zamanlarda tek bir şeye ilgi var; ünlü olmaya. Ve bunun araçları çok belli; yazmak, oynamak, şarkı söylemek, yarışmak, yarışları kazanmak… Eğitim sisteminde de böyle gösteri dünyasında da. Ama çok fazla “tırt” kurs da var. Çocuk doğalında zaten müthiş bir oyuncu olarak geliyor. Ona evde ebeveynin, okulda eğitmenin görevler vererek unutturduğu bu çocuk olma halini, bu oyun oynama halini hatırlatmaya çalışıyoruz sadece. Amaç oradan ünlü yazar, oyuncu çıkarmak değil, oyun oynama güdüsünü yeniden o çiplerinin içine koyma, çocuklara yaşlarını hatırlatma. Çok iyi bir akademik kadromuz var. Her yaşa başka bir hoca giriyor. Ben bütün sınıfları dolanıyorum. Ama sonunda en iyi eğitim verebildiğimi bildiğim yaş grubunu alıyoruz. Çünkü insanın ne yapamayacağını bilmesi çok değerli. Zaten karşılığını görüyoruz. Kayıtlarımız o kadar hızlı tükeniyor ki!

2014’te açtınız okulu. Dokuz yılda nasıl bir farklılık görüyorsunuz?
2014’te de çok keskindi yarış. Benim çocuğum ne oynayacak diye. Biz eğitimin bir süreç olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Ama veliler daha çok sonuç odaklı. Evet, bir şeylerin taçlanması gerekiyor. Bütün öğrendiklerini size eteklerinden saçmaları gerekiyor ama o bir final değil. Anne babalar kendi yapamadıklarımızı çocuklarımız yapsın diyor. Ben de bazen böyle bir ebeveynim. Buraya bakmam gerekiyor. Ama bizim bir an evvel çocuklarımızdan kopmamız, aynı galaksi içinde onlara hep bakmamız, ne yaptıkları hakkında hissimizin olması ama onları rahat bırakmamız gerekiyor. Çünkü herkes oyuncu olamaz, herkes iyi marangoz olamaz. Ne olacaklarsa her şeye ne kadar çalışmaları gerektiğini öğreniyorlar. O plastik ünün nasıl sürdürebileceğini anlatmaya çalışıyoruz.

en üstte, Sanatçının kızı Zeynep Kavin, yurt dışında dans eğitimi görüyor. üstte, Sevinç Erbulak, ablası Ayşe Erbulak ile… yanda, Sanatçı, 2014’te yeğeni Dağhan Külegeç, ablası Ayşe Erbulak ve Özden Özgürdal ile beraber ‘Erbulak Oyunculuk ve Yazarlık Evi’ adıyla tiyatro ve sahne sanatları eğitimi veren bir okul açtı.

Çocuklar nerelerde zorlanıyor?
Çok hızlı bir kuşak; slm, mrb kuşağı. Anna Karenina 780 sayfa. Bunlar ölür onu okursa. Anna Karenina diyorsun, “Özetini çıkardın mı?” diyor. Özet, 780 sayfa okunduktan sonra çıkarılabilir. Çocuklar burada oyuncu olma isteğinin karşısında neler yapmaları gerektiğini bir anlıyorlar, farkına varıyorlar. Pek çoğu orada vazgeçiyor zaten. Daha yetenekli, daha ışıklı ve pırıltılı olan çocuk kendini ilk derste gösteriyor. Bunu görmem kendi eğitmenlik yolumda çok doğal. Ben esas kendini göstermeyen ve kabuğundan çıkacak çocuğu merak ediyorum ve onu arıyorum sınıfın içinde.

Sizin için oyuncu ebeveyne sahip olmanın artıları ve olumsuzlukları neler oldu?
Artık hiçbir olumsuz yanı yok.

Eskiden var mıydı?
Tabii… Eskiden bir sınavı kazanırdım. “Tabii, o kazanacak. Başka kim kazanır ki!” derlerdi. Oysa bazılarını kazanıyorum, bazılarını kazanamıyorum girdiğim sınavların. Kazanmadığım zamanlar görülmüyor ve bütün kazanımlarım, ardımda bıraktığım kazanamadığım şeylerin toplamından oluşuyor. Çünkü kazanamadıkça niye kazanamadım konusuna projeksiyon yapıp orayı toparlamaya çalışıyorum. Ama “Tabii o kazanacak” gözüyle bakılıyordu. Bunlar gençken üzüyordu. Çünkü o sırada üzülecek yer arıyorsunuz.

Tiyatro ve sinema dünyasında büyük prestije sahip Avni Dilligil, Afife Jale, Sadri Alışık, Sinema Yazarları Derneği gibi birçok ödüle layık görüldünüz. Ödüllerle ilişkiniz nasıl, ödül almak oyunculuğa katkı mıdır?
Katkıdır elbette. Motivasyondur, mutluluktur, o gecenin konuşmasının enerjisidir, o geceye sizi götüren kalp çarpıntısıdır da bir önemi de yoktur. Amaç ödül almaya döndüğünde, o yapıdaki bütün sanatsal gayeyi, bütün iyileştirme çabasını bir yana bırakıyorsunuz. Böyle bir hayal üzerine yaratma cesareti göstermemeliyiz. Ödüllerde belli bir yaş sınırı olsa ne iyi olur? 35 filan mesela. O yaştan sonraki bütün ödülleri iade edebilirim. Çünkü başka birileri daha heyecanlı oluyor. “Onlar alsın” oluyorsunuz. Nasıl bir oyuncu oynadıkça daha iyi bir oyuncu oluyorsa bu seyirci için de geçerli. Yılda 30 oyun seyreden seyirciyle üç yılda üç oyun seyreden seyirci arasında fark var. Rafine seyirci zaten iyi oyuna ve iyi oyuncuya her zaman her oynadığında kendi bireysel ödülünü veriyor.

Oyunculukta kendinizi daha rahat hissettiğiniz alan hangisi? Komedi mi, dram mı?
O sırada neyi oynuyorsam onda rahat hissediyorum. Onu hiç ayırmıyorum.

Dizi oyunculuğu, sinema filmi oyunculuğu ve sahne… Sizde nasıl yankı buluyor?
Oyunculuk olarak aynı. Ölçekleri ve teklifleri değişiyor. Sizden istedikleri şey değişiyor. Burada oynamak ile İtalyan sahnede oynamak arasındaki fark, televizyonda daha da küçülerek oynamak gibi farlar var. Çok uzun bir süre televizyonda olacağımı da düşünmüyorum.

Neden?
Çünkü aynı senaryolar sanki başka hiçbir konu yokmuşçasına sunuluyor ve sadece zaman doldurmak için -hayatta hiç o kadar uzun bakıştığımız ve durduğumuz suskunluklar yokken- dizilerde hep kötü, hep öfkeli, hep sakin, hep şeytan tipler oluyor. Oysa duygular, tam zıt duygusu ile gösteriliyor. Ayrıca artık kadın kadının kurdu değil, kadın kadının yurdu. Oralarda olmamız gerekiyor. Ekranın bir çöplüğe dönüştüğüne inanıyorum Türk dizilerinde. Özellikle ana akım işlerinde.

İzleyici açısından Süper Baba’nın yeri ayrı gibi geliyor bana. Siz de bu görüşe katılır mısınız?
Her zaman. Orası benim ilk okulum. O dizi hayatımda olmasaydı yine oyuncu olurdum ama böyle bir oyuncu olmazdım. Oradaki tüm hocalarım ile –başta Şevket Altuğ olmak üzere- soru sorabildiğim bütün partnerlerim ile çok büyük bir okuldu benim için.

Süper Baba’nın yeri ayrı ise orada farklı işleyen ne oldu, sizce akılda kalmasının nedeni ne?
Bugünkü gibi hakikat! Orada başrolde güzel kız olması zorunluluğu yoktu. İnsanı anlatıyordu. Bütün kusurlarıyla, imkansızlıkları, beceriksizlikleri ve başarısızlıklarıyla hem de. Bütün karakterler çok gerçekti. Bugün olsa tutar mıydı bilmiyorum.

Bu kadar yoğun bir sanatçı olarak bir gününüz nasıl geçiyor?
Çok değişir. Uyandım, üniversitede derse girdim, vizelerim vardı yedi saat. Sonra açtım Ursula’yı (Ursula L. Guin) metrolarda, metrobüslerde okudum. O kadar çok kitap aldım ki bu yıl, daha fazla okumak istiyorum. Tsundoku diye bir sendrom varmış, kitap satın almak ama okumamakla ilgili. Ben de o kadar çok kitap aldım ki evde dağ oldu onlar. Şimdi okumaya zaman ayırıyorum. Genellikle günüm, okul ve arkasından oyun olarak geçiyor. Cumartesi pazarlarım da böyle. Bunun dışında kendimi uyutarak dinlendirmeyi çok seviyorum. Her akşam bir film izlemeye çalışıyorum. Bazen bütün bir günü gerçek anlamda hiçbir şey yapmadan geçiriyorum. O da çok önemli!

Kızınız Zeynep Kavin’in sanata ilgisi nasıl? Sanatı mesleki bir uğraş olarak düşünüyor mu?
O çiziyor daha çok, çizmeyebilirdi de. Çiziyor, gitar çalıyor, dans ediyor. Oyuncu olur mu bilmiyorum, daha vakti var. Çok net örnekler var önünde; dedesi, anneannesi, annesi ve benim bütün yakın çevrem. Ama tiyatro beni ondan ayıran bir kavramdı o büyüyene kadar. “Anne yine mi tiyatroya gidiyorsun?” dediğinde “Evet” deyip kapıdan çıkan bir anne (vardı).

Sizin de anne babanız tiyatrocuydu. Siz nasıl etkilendiniz bundan bir çocuk olarak?
Annemi babamı daha fazla görmek, onlarla daha fazla bir arada olmak için ben de tiyatroya gidiyordum. Tiyatrodan filan hoşlanmıyordum yani. Benim “normal” arkadaşlarımın “normal” anne babaları eve dönüyor, ben de bu “anormallerle” sokağa çıkıyorum… Sanırım benim hikayem böyle başladı. Ama izleye izleye “Aaa ne kadar eğleniyorlar! Burada ne kadar çok anne var? Burada bazı annelerin kuralları daha esnek” diye diye sevdim tiyatroyu. Kulis çok eğlencelidir mesela. Ve ben bu nedenle kuliste tek başıma kalmamak için tek kişilik oyun oynamayacağım sanırım. Kulis masam totemlerle dolu mesela. Oyunlarımın parfümleri bile farklı.

Ne gibi totemleriniz var?
Benim bütün hayatım totem! Bütün rollerimin başka çantaları var. Her rolün malzemesi başka. Mesela bu oyuna gelirken bir parfümüm var. Bu oyunun dışında sıkmıyorum bu parfümü. Çünkü bu kadının parfümü o!

“Ben oynayacak olmasam daoyun okumayı çok seven biriyim”

Türk tiyatrosu deyince akla Keşanlı Ali Destanı, Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı gibi oyunlar geliyor. Son dönemde bu oyunlara ekleyebileceğimiz neler oluyor?
Çağdaş metinler olarak baktığımızda Özen Yula gerçeğimiz var. Daha gençlere bakarsak Murat Mahmutyazıcıoğlu, Ahmet Sami Özbudak, Zeynep Kaçar, Deniz Madanoğlu, Turgay Korkmaz, Firuze Engin diye devam edebilirim. Peter Ouilter son zamanlarda okuduğum en üretken ve heyecan verici çağdaş yazar. Anılara ve iyi metinlere selam durmayı seven tarafım hala 10 yılda bir Keşanlı Ali, Sersem Koca, Hamlet, Machbet oynanması gerekliliğini hatırlatıyor. Kavin de seyretmeli bu oyunları, bugün doğanlar da izlemeli.

Sevinç Erbulak Volkan Cengen ile evli.

Oyuncusundan yazarına yönetmenine yaratma cesareti gösteren herkes teknolojiyi, dijitalleşmeyi yerinde kullanıyorsa dünyanın o sırada ona önerdiği bütün oyuncaklar seyirci için muhteşem bir şölene dönüşüyor. Ama eğer “Şimdi moda bu!” diye yapılırsa o zaman olmaz. Bugün matinedeki seyirciler arasında 30 sene önce, 30 yaşındayken de tiyatro izleyenler vardı. Belki onlar “Tiyatro nereye geldi? Artık oyuncular içimize girerek oynuyorlar” diyor. İlk defa deneyimleyen de “Tiyatro böyle bir şeymiş” diyor. Ben ikisini de tavında tutmak zorundayım. Ben her oyunda, o gün ilk defa tiyatroya gelmiş seyircinin peşindeyim aslında. Çünkü birdenbire tiyatro, bugün hissettiği şeye dönüşüyor o seyircide.
Bir gün içinde hem insanların hem robotların olduğu bir tiyatro oyununa da “Aman ne! Robot da tiyatro mu yaparmış? Ben evde oturayım” demem. Alır biletimi, giderim. Robotların insanı aşabilmeleri mümkün değil ama karşısında değilim böyle şeylerin.