Ekim11 , 2024

“Bu çağı hissetmedikten sonra çağdaş sanatçıyım diyemem”

İlgili Yazılar

Sınırları Aşan Bir Beğeni Olarak Saz Üslubu ve Ressam Şahkulu

Boyanmamış renksiz kağıtlara, mürekkeple hafifçe renklendirilmiş hareketli desen ve...

Bihrat Mavitan’ın düş yolcuları

Galeri Selvin’deki Bihrat Mavitan heykel sergisi, kentin hareketli kültür...

“Her roman bana yaşamak için bir neden sunuyor”

Son yıllarda özellikle Alâmetler Kitabı ve Dünyadan Aşağı kitaplarıyla...

“Sanat eseri, sosyal statü göstergesi değil, iç mutluluk aracıdır”

Sanat hukuku alanındaki çalışmaları ve eser sahiplerinin haklarını korumaya...

Sanatı, tuvalden çıkıp zihinlere, duygulara uzanıyor

Sanat, ona bir kez olsun temas edenlerin peşini hiç...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Ozan Atalan, hukuk mezuniyetinin ardından heykel eğitimi alan, edindiği tüm formasyonu eserlerine yansıtan bir sanatçı. “Benim için dijital sanat, interdisipliner bir yer” diyerek fiziksel olanla dijitali birleştiriyor. 16. İstanbul Bienali’nde sergilenen, manda iskeleti heykeli ve videolarından oluşan Monokrom adlı çalışmasında olduğu gibi insanın doğa üzerindeki yıkıcılığını sorguluyor. İstanbul Modern’de 11 Ağustos’a dek devam edecek Zamansız Meraklar adlı karma sergide de sanatçı, doğadan nasıl uzaklaştığımızı gösteriyor.

SÖYLEŞİ: DUYGU ÖZSÜPHANDAĞ YAYMAN

Ozan Atalan, Yaşar Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak çalışıyor.

Sanatçı Ozan Atalan, çağımıza adalet ve sanatın iş birliğiyle bakıyor. Kendini dünyanın merkezine koyan insanın doğadaki, ekolojik dengedeki yıkıcılığına eserleriyle başkaldırıyor. Bunu yaparken sanatta da pek çok genel kabule başkaldırıyor. Heykel formasyonunu videoyla, açık kaynak kodlu eski teknolojiyle birleştirerek dijital sanat yapıyor ancak kendini dijital sanatçı olarak tanımlamıyor. Sorulursa “İmaj yapıcısı, görsel sanatçı, anti sanatçı denebilir” diye tanımlıyor. İyi bir medyayla üretilip piyasada karşılığı olana dijital sanat dendiğini söyleyen Atalan, “Dijital sanatta düşüncenin, felsefenin, beşeri bilimlerin dışlanması var sanki. Ben orada değilim” diyor. Tam da bu noktada insan merkezci (transhümanist) düşüncenin karşısına, insan sonrası (posthümanist) düşünceyi koyarak ürettiği eserlerden söz etmek gerekiyor. Fiziksel olanla dijitali birleştirdiği, yabancılaşma hissiyle ürettiği eserler bunlar. 14 Eylül-10 Kasım 2019 tarihlerinde düzenlenen 16. İstanbul Bienali’ndeki Monokrom adlı çalışmasıyla mandaların İstanbul kırsalındaki yaşam alanlarının tükenişine, ekolojik yıkıma dikkatleri çekmişti. Manda iskeletiyle hazırladığı heykele videolar eşlik etmişti. İzleyenlere ekoloji politikalarını, ekonomik, politik kararları sorgulatmıştı. Manda fikri domino etkisi yarattı ki 17. Bienal’de İngiliz sanatçılarda festival fikriyle tezahür etti. İstanbul Modern’de 11 Ağustos 2024’e dek görülebilen Zamansız Meraklar sergisindeki eserinde de doğanın kopyasının kopyasını izletiyor, doğadan uzaklaşmayı gösteriyor.

İKİ SANATIN KESİŞİM NOKTASINDAN SESLENİŞ

Girişte adaletten söz etmemiz boşa değildi. Atalan, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra içindeki sanatçıyı dinlemiş; Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünde okumuş. Eğitimine ABD’de Syracuse Üniversitesi Heykel Bölümünde burslu olarak devam ederken dijital sanata yönelmiş. Çünkü söylemek istedikleri konusunda heykel yetersiz gelmiş. İki sanatın kesişim noktasından yeni kuşaklara sesleniyor. Yaşar Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Öğretim Görevlisi Atalan’la, “Çağdaş sanatçı lafı çok kolay kullanılıyor ama bu çağı hissetmedikten sonra çağdaş sanatçıyım diyemem kendime” cümlesinin ışığında konuştuk.

Kariyerinizin başlangıcında sanat değil, hukuk eğitimi var. Hukuka nasıl başladınız ve sonra sanata nasıl yöneldiniz?
Çanakkale Gelibolu doğumluyum. Küçük bir yerde büyüyünce ve İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlere yakın olunca dış dünyaya açık oluyorsunuz. Ama algılarınız da büyük şehir çocukları gibi açık olmuyor. Sanata yatkınlığım, ilgim hep vardı. Güzel sanatlar lisesi sınavını kaçırmıştım, yüksek puan alınca hukuka gittim. Hukukun teorisini, adalet hissini çok sevdim. Mezun olup stajımı yapmaya İzmir’e geldim. 2008’de stajımı bitirdim, bütün yaz güzel sanatlara hazırlanıp Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesine girdim çünkü avukatlık yapamayacağımı anladım. Aslında en basit haliyle mutlu olmak istedim. Hayatla daha derin bağ kurmak, kendimi daha iyi ifade edebilmek. Hayallerini gerçekleştirememiş biri olarak 60-70 yaşında adliye koridorlarında mı olmak istiyorum, diye düşündüm. Bunu istemedim.

“SÖYLEMEK İSTEDİKLERİM KONUSUNDA HEYKEL YETERSİZ GELDİ”

Sanatçı yönünüzü nasıl fark ettiniz?
Dünyaya biraz daha bakmaya başladığımda… Hukuk fakültesinde kitaplarım resim defteri gibiydi, çizim ve sketch doluydu. Arkadaşlarım, sende sanatçı ruhu var, diyordu. Birinci sınıfta Roma hukuku hocamız, gelecekte ne yapmak istiyorsunuz, demişti; ressam veya heykeltıraş olmak istiyorum, demiştim.

Okulu birincilikle bitirmişsiniz. Müfredatın yanında başka neler yapıyordunuz?
Stüdyolar devlet üniversitelerinde biraz küçük. Sınıf da kalabalık olduğu için genellikle akşam saatlerinde çalışırdım, gece on ikiye, bire kadar. İkinci üniversitem. Hocamla aramda güven bağı vardı. Arkamda bıraktığım çok şey vardı ve orada başarılı olmak zorunda hissediyordum. İçimden böyle geliyordu, zorlamıyordum kendimi.

Sergilere katılıyor muydunuz?
Üçüncü sınıfta başladım. O zamanlar İstanbul’da Siemens Sanat vardı, orada başladım. 2012’de Sınırlar Yörüngeler diye bir sergiye katılmıştım. Mamut Art’ın ilk versiyonuna katıldım. 2013’te Pera Müzesinde bir sergimiz oldu. Üç güzel sergiyle Amerika’ya gittim, Fullbright Bursuyla.

Amerika’ya heykel için mi gittiniz? Dijital sanata evrilmeniz nasıl oldu?
Sebebi, çağdaş olan şeylere algılarımın açık olması. Amerika’da Syracuse Üniversitesi Heykel Bölümünde başladım. Trans medya bölümünden video art, performans sanatı, fotoğrafçılık gibi dersler aldım. Algım açıldı, yapmak istediğim şeyler dijitale kaydı. Dijitalin formu, başta video sanatıydı. Sonra performanslarımla bedenimi birleştirdim. Işık gölge oyunları, konuların üst üste binmesi gibi… Çocuk bedenimin, o zamanlar 31 yaşındaki bedenimin üstüne yansıması gibi… Dijitalin dönüşümüyle kültürel bir şeyler söylemeye çalışıyordum. Mesela sünnet ritüelinin VHS kaydını dijitale aktarmıştım. 2013 yılıydı. Dijitale aktarım ilgimi çekmeye başladı çünkü söylemek istediklerim konusunda heykel yetersiz gelmeye başladı. Medyam genişledi. Video art hocam sormuştu: “Neden video yapıyorsun ki? Heykelle derdini anlatıyorsun zaten.” Yetmiyor, diyordum. Arkadaşlarımın neler yaptığını gözlemledim. VR teknolojisiyle tanıştık. 2016 sonrası Türkiye’ye döndüm. Y kuşağı olarak dijitalle birlikte evrildik. 146 ile internete bağlanmalar, çevrim içi sesleri, mırçlar, sohbet odaları… O kültürü biz şekillendirdik, yeni nesillere yol göstermeye, onlardan yeni şeyler öğrenmeye başladık. Eski teknoloji kullanmayı da seviyorum, yeni teknolojilerde bilmediğim bir kodlama varsa tasarımcılarla, mühendislerle çalışmayı seviyorum. Benim için dijital sanat, interdisipliner bir yer. Teknik yapabilirliğim çok fazla yok. Zaten kimsenin yok. Herkesin dijitali A’dan Z‘ye bilmesi söz konusu değil. Yeni yeni sınıflandırma yapabiliyoruz.

22 Eylül 2023-22 Ekim 2023 tarihleri arasında İzmir’de gerçekleştirilen Democraseum, ABD, Şili, Güney Kore, Almanya ve Türkiye’den sanatçıları bir araya getirerek bulundukları bölgelerdeki yerel sorunlara ortak bir tepki forumu oluşturdu.

Video ile başladığınızda internet teknolojileri bu kadar gelişmiş değil miydi?
Gelişmişti aslında ama online platformlar, web3, iletişimsel olarak şimdiki gibi gelişkin değildi. NFT denemelerim oldu, iki sene önce NFT bienaline katıldık. Amerika’da arkadaşım Chonka Peter Lee ile beraber ürettik. Son çalışmamda Arduino sistemi kullandım, basit bir kodlamayla. 2020’de yaptığım bir işin yeni versiyonuydu. Yanı sıra video, deneysel çalışmaları seviyorum. Örneğin yapay zekadan aldığım bir imajı manipüle edip başka şeye dönüştürmeyi seviyorum. Dijitalin kavramsalıyla ve kültürel etkileşimiyle daha ilgiliyim.

Üç boyutlu nesneleri de kullanıyorsunuz. 16. İstanbul Bienali’ndeki Monokrom işinizde olduğu gibi…
Amaç, ekolojik farkındalık oluşturmak, şehircilik politikalarını eleştirmekti. Özellikle kapitolesen fikrinden hareket ettik. Kapitolesen, antroposen* söylemlerini biraz romantize bulur. Jason Moore’un teorisi. Sadece kömürü, sadece endüstri devrimini suçlayamayız. Malzemenin bir failliği vardır ve onu yaratan da insandır. Neden 14, 15. yüzyıllara, Colombus’un Amerika’yı keşfine kadar gitmiyoruz? Avrupa’nın oraya medeniyet ve inanç götürmesi gibi söylemlerle oradaki varlığını meşru kılması… Bu arada hastalıkların değişime uğraması, köleliğin, sömürgeciliğin başlaması… Buralara kadar indiriyor. Ekolojik yıkımı politikadan ayrı tutamayız.

OTOBİYOGRAFİK YABANCILAŞMA VE ÇEVRESEL YABANCILAŞMA

Modern dünyanın insan ve doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini yansıtmaya çalışıyorsunuz. Bienaldeki çalışmanızla mandaların yaşam alanlarının yok oluşu üzerinden nereye varmak istediniz?
Tezime yeni başladığım dönemlerdi. 2013’ten beri ne üzerine çalışmak istediğimi daha fazla netleştirmiştim. Öncelikle otobiyografik sürecimden çıktım. Bir çeşit yabancılaşmaya maruz kaldım çünkü. Birçok insan da buna maruz kalıyor. Marx’ın söylediği gibi emeğine yabancılaşma, topluma yabancılaşma… Dünyaca yaşadığımız olumsuz durumların psikolojik etkilerini deneyimliyoruz. Görmezden gelmek yapımda yok. Soyut sanat gibi kaçmacı değil, gerçekçi ve yüzleşmeci sanat ilgimi çekmiştir. O yabancılaşma hissi, çevresel yabancılaşmayla kesişti. İnsan sonrası felsefe etkili oldu. Biyolojiyle, materyalle, fizik dünyayla, kültürle, kritik düşünceyle bağlantıları… Üzerinde uğraştığım işlerin teorik altyapısına posthümanizmi ekledim. Bazen doğa bilimlerinden bazen sosyal bilimlerden yardım alabiliyorum. Biyolojideki “birlikte evrilme” tezimde aldığım gibi. Birlikte evrimsel bir varoluştayız. Her şey kendi içinde farklı etkileşimler halinde ama bunlar insan algısının alamayacağı kadar büyük uzay zamanlarda oluyor. Timothy Morton buna hiperobje diyor. Heykelden kopmayarak hiperobje heykel anlayışını benimsedim. Neden süreci görünür hale getirmiyorum, neden ekolojik yıkımı dokümante etmiyorum? Madem değiştiremiyorum, en azından unutturmayayım istedim. Araştırmalarım sonucunda mandaların İstanbul için ne kadar önemli olduğunu fark ettim.

Syracuse – Los Angeles – New York, 2016, Paslanmaz Çelik, Ahşap, Video, Tank ve Stant, Su, Canlı Organizmalar, Fotoğraf: David Broda

Konuyu nasıl keşfetmiştiniz?
Atilla Yakınol diye değerli bir arkadaşım var, İzmirli bir heykeltıraş. Dijital medyayı katarak farklı şeyler yapıyor. Manda fikri, onunla sohbetimizde çıktı. İstanbul bilgisi çok fazladır. 16. İstanbul Binenali Küratörü Nicolas Bourriaud ile yazışmıştım, üç proje göndermiştim. Göndermeden önce Atilla, manda fikrini getirdi. Araştırdım, insanlar bunu bilmeli, dedim. Biz biraz daha market sanatının dışında, eleştirel sanata yakın duruyoruz. Türkiye’de ne yazık ki bunun belli bir komünitesi, ekonomisi yok ya da ulaşmakta zorlanıyoruz.

Çok konuşulan bir şey değildir, İstanbul ve manda. Kentte nasıl bir geçmişi var manda kültürünün?
Kentteki geçmişi çok eskiye dayanıyor. Eski İstanbul fotoğraflarında neredeyse her meydanda manda ve kağnı görüyorsunuz. Hayvanları ekonomi kaynağı olarak görmek benim ideolojime ters olsa da böyle bir gerçek var. Her anlamda geçim kaynağıymış. İstanbul’daki şehirsel genişlemeyle birlikte sulak alanlarda ve Kuzey Ormanları kesiminde sıkışmış durumdalar. Bir arşiv görüntüsü vardı, mandalar Vadi İstanbul çevresinde. Arena Stadı’nın inşaatı görünüyor, yanında hâlâ mandalar vardı. Ama artık oralardan da gitmişler. En son araştırdığımda 2019, 2020’de mandaları meralardan çiftliklere alıyorlardı. Havaalanı yapılırken köy halkıyla röportajlar yaptık. Hem hayatın içinde hem teorik araştırmalarım oldu. Kemiklerin hazırlanmasında İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi ile çalıştık. Gerçek iskeletin hazırlanması, onların yardımıyla oldu. Onu heykele dönüştürdüm. Hiçbir hayvana zarar verilmedi. Çatalca’da bir manda derneği var, oraya gidip nasıl bulabilirim dedim. Birçok mezbaha, kemik vermem, satın al, kestir, teklifinde bulundu. Asla yapmadım. Trakya’da üç ay çiftlik çiftlik dolaştım. Halihazırda kesiyorsanız sadece kemik almak isterim, dedim. Öyle de birini buldum. O kemikler başka bir şeye dönüşmüş oldu türdaşları için.

Democraseum, gerçekliğini gözlemlediğimiz ve yaşadığımız, insan ve insan olmayan varlıkları ötekileştirici politikaların arka planına onları yapıbozuma uğratarak ışık tutuyor.

Gerçek manda iskeleti üzerinde restorasyonlar mı yaptınız?
Kesilmiş bir hayvanın formuna müdahale ettik, anatomi bilgilerine bakarak teknikerle çalıştık. Kemiklerin ayakta durması için demir iskelet geçirilmesi ve istediğim formda olması için birleşmesi gerekiyordu.

Saha araştırması ve işçilik kısmı yoğun bir çalışma olmuş.
Evet, çok araştırdım. İşçilik de önemli. İÜ’de heykelleştirme, sterilize etme, bir araya getirme işlemleri psikolojik olarak zorlayıcıydı. Toplam altı aylık bir süreçti. Odamı stüdyoya dönüştürdüm ama asıl heykele dönüştürmeyi, anatomik birleştirmeyi; profesör, asistan ve tekniker arkadaşlarla üniversitede yaptık. Vicdani, psikolojik sorgulamalara girdim. Bilerek modernist bir estetik izledim. O kemiği, ölümün estetizasyonu gibi bir forma büründürmek istedim. Absürt bir hava da vardı, yas ortamı oluşturmak istedim. Toprak üstünde çimento, çimentonun üstünde heykele dönüşmüş, insan müdahalesi olmuş, bir arada durmaması gerekirken bir arada duran bir iskelet.

“DÜNYAYA TEK RENKTEN BAKIYORUZ, BİRBİRİMİZİ ANLAMIYORUZ”

Toprak, çimento ve iskelet, süreci de gösteriyor zaten.
İnsanlara, çok yakınımızda olup görmediğimiz bir gerçekliği, farklı bir dilde göstermek istedim. Özellikle Kuzey Ormanları, Karadeniz kıyılarında yaptığımız drone çekimleri ekolojik yıkımı ve mandaların ne zor koşullarda yaşadığını gösteriyordu. Canlı ve cansız varlıkların hakkını savunma projesiydi. İnsanlarda bilinç oluşturmak istedim. Görmek, bilmektir, biliyorsunuz. Bazen bilmek istemediğimiz şeylere kafamızı çeviriyoruz, çevirmeyelim istedim.

İsmi neden Monokrom?
Monokrom, bir rengin farklı tonlarıyla oluşturulur. Dünyaya tek renkten bakmayı söyler. Bu sterillik, minimallik bazen hoşumuza gider bazen de sıkıcı olur çünkü diğer renkleri göremeyiz. Oradaki her şey birbirine yakın tonlardaydı. Videolarda renk azaltması yaptım, insanların yeşili yeşil gibi görmesini istemedim. Yeşille siyah beyaz arası… Bir rahatsızlık vermek istedim. Düşünsel olarak da monokrom boyutu vardı. Tek bir rengi seçip dünyaya oradan bakıyoruz, polarize oluyoruz, birbirimizi anlamıyoruz, iletişim ve empati becerilerimizi kaybediyoruz. Oysa birbirimizden nefret etmek için hiçbir sebebimiz yok.

Bu çalışma, domino etkisi yarattı mı?
Sanırım yarattı. Bizden sonraki bienalde Cooking Sections diye bir İngiliz grup, bölgede mandalarla ilgili festival projesi yaptı. (Wallowland – Çamuralem). Manda ürünlerini tadıp sorunları eğlence üzerinden konuşmak bizim coğrafyamızda ne kadar çalışır bilmiyorum ama böyle bir proje yaptılar. Festivart yaptılar. Bana çok hitap etmedi ama bir şekilde devam etti manda hikayesi. Umarım devam eder de.

İşlerinizde genel olarak insanın doğa üzerindeki yıkıcı etkisini dert edindiğiniz görülüyor. Temel meseleniz ne?
Temel meselem birkaç tane. Kendimdeki yabancılaşma hissinden yola çıkıp otobiyografik gözlemlerimi sosyal ya da ekolojik gözlemlerle birleştiriyorum. Çağdaş sanatçı lafı çok kolay kullanılıyor ama ben bu çağı hissetmedikten sonra çağdaş sanatçıyım diyemem kendime. Çağın dertlerini yaşıyorum, güzelliklerini de yaşamaya çalışıyorum. Zaten dünyayı empatiyle hisseden bir insansanız bu dönem size hem öfori hem paranoya verir. Bir mutlu oluyoruz bir mutsuz. Bunları birleştirdiğimde evet doğayı görüyorum, ciddi bir yıkım var. Bu benim yas sürecimdi.

İstanbul Modern’in Zamansız Meraklar sergisindeki eserinizden söz eder misiniz?
15 Şubat’ta açılmıştı, karma sergi. Herkesin bireysel çalışmaları var. Küratörlerin belirlediği bir düşünce dünyası içinde oluyor bunlar. O da dijital sanat. Her zaman söylediğim gibi; kendimi dijital sanatçı olarak tanımlamıyorum, tanımlamadım. Bu benim için çok önemli. Aslında tanımlama gereği de duymuyorum. İmaj yapıcısı, görsel sanatçı, anti sanatçı denebilir.

Sadece dijital sanatçı demek yeterli mi gelmiyor?
Gelmiyor. Bu işe teknik olarak emeğini, becerisini, enerjisini koyan arkadaşlara haksızlık etmemek için kendime dijital sanatçı demiyorum. Söylemeye çalıştığım şey şu: Eski teknolojiyi avangart olarak kullanabilirsiniz, dijital teknolojiyi eleştirel olarak posthümanist şekilde kullanabilirsiniz. Transhümanist anlamda teknoloji eşittir ilerlemecilik, gelecek. Ama burada etik sorgulama yok; ekonomik olarak nereye bağlı, çevreye ne kadar zararı var, ne kadar enerji harcıyor, bu data nerede depolanıyor? Bunların boyutu yok. Şeffaf değil, sorgulanmıyor. Dijital medyanız çok iyidir, yaratıcı fikirler öne sürersiniz, iyi işler yaparsınız, büyük sermaye sahipleriyle anlaşmalı yaparsınız; bu başka bir piyasa, ben orada değilim. Ona dijital sanat diyorlar genellikle. Bu da dijital sanat olabilir ama dijital sanatta düşüncenin, felsefenin, beşeri bilimlerin dışlanması var sanki.

Sizdeyse tam tersi…
Evet. Dijitalin kültürel etkileşimi üzerinden devreye giriyorum. Zaten eleştirel bir düşünce yapım var. Son teknolojiyi kullanmak zorunda hissetmiyorum kendimi. İstanbul Modern’deki sergide yaptığım iş de 2005’te çıkmış bir açık kaynak. Ucuza satın alıp istediğiniz dijital düzeneği yapabiliyorsunuz. Yıllar önce çektiğim bir video vardı. Doğayı olduğu gibi görüyoruz. Yüzeyine hiç dokunulmamış ama yerleştirmesinin insan eliyle olduğu belli dokuz video var. Hemen altında da daha tesadüfi yerleştirilmiş taşların olduğu yapay bir doğa var. Bu taşlar, heykel altyapısından gelecek şekilde kesilmiş. Yerdeki kum, insan rasyonelleştirmesini anlatmak için endüstriyel müdahaleden geçmiş, tertemiz kuvars kum, simsiyah. Videodaki rüzgar ve ot hareketini taklit eden, mikroişlemciyle hareketi sağlanan plastik siyah dallar var. Eski, açık teknolojiyi kullanma sebebi, dijitaldeki teknokratik yaklaşımlara karşı durmak. Dijitalin transhümanist, salt ilerlemeci, etik sorgulamasız ve kapitalist ilerlemesini eleştirmek. “Hayır, böyle de dijital sanat yapabilirsiniz.” Çok pahalı ‘tool’lara, haklarında birçok soru işaretimizin olduğu teknoloji devlerine güvenmek çok da makul gelmiyor bana. Savaşlar hep teknolojiyle iç içe olmuştur. Teknoloji, her şeyden önce niyetin, düşüncenin önemli olduğu bir alan. Nasıl kullanıldığı çok önemli.
Alt metninde şunu mu diyorsunuz? İnsan müdahale ederse doğa böyle oluyor, kendi akışına bırakılırsa aslında doğa şöyle.
Aslında doğadan uzaklaşmayı söylüyorum. Çünkü videoda bir doğa reprezentasyonu var. Her şey gerçekçi ama dokunamıyorsunuz. Taşların yerleştirmesinde insan müdahalesi var. Yerde ise belli ki insan üretimiyle oluşmuş, dijitalleşmiş, kendine yabancılaşmış bir doğa var. Onu oluştururken ilham aldığım şey, gerçek doğanın video kaydı. Temsilin temsili sizi başka yere götürüyor. Bunu Platon’un mimesisiyle de bağlayabiliriz. Ama ben anti mimesis fikrine daha yakınım. Sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı taklit eder? Bu sorgulamalara artık gerek olduğunu düşünmüyorum.

Karşıyaka Belediyesiyle yaptığınız Democrasium sergisinden de bahseder misiniz?
Chonka Peter Lee ile 2021’den beri Anti Something diye bir sergi kürate etmiştim, Amerika’daki ve Türkiye’deki lokal gruplarımla birlikte. Amaç dayanışmaydı. Özellikle pandeminin getirdiği sosyal kopuş ve izolasyonla birlikte arkadaşlarımı bir araya getirmek istedim. Peter ile kürate ettik. Kendi işlerimiz de yer aldı. Öncelikle kritik bir oda vardı, anti sanattan bahsediliyordu. Kavramların kavramsal temizliğinden, orijinal anlamından bahsediliyordu. Yaşadığımız sistemlere tepki vardı. Onun dışında bir oda, dekolonyal çalışmalara ayrılmıştı, anti sömürgecilik. Haklarını talep eden insanlar ya da topraklarını savunmaya çalışanlar… Örneğin biri Miami’de çekilen bir videoydu, diğeri Güney Amerika’da. Ekolojik yabancılaşmaya dair bir odamız vardı. İzmir’in çöp sorunuyla, çevre kirliliğiyle, inşaatlaşmayla, küresel ısınmayla ilgili ilgili çalışmalar. Bir de Victor Brim’in; yer altında, madenlerde bulduğu küçücük cürüfleri 3D taramayla yapıp malzeme üzerinden emperyalizmin, sömürgeciliğin tarihini araştırdığı video işi vardı.

“SANAT MARKETİNDE BULUNMA ÇABAM OLMADI”

Bir yanıyla kapitalizmin, modernizmin insan ve doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini eleştiriyorsunuz. Bunu yaparken kapitalizmin tam göbeğinden doğmuş dijital teknolojiyi kullanıyorsunuz. Kapitalizmi kendi silahıyla vurmak gibi.
Bu sürekli düşündüğüm bir şey. Kapitalist sisteme doğduk. Hiçbirimiz keten çuvallarla dolaşmıyoruz. Bir paradigmamız var. Ancak bunun ne kadar dışına çıkabiliyoruz? Bienal işiyle ulusal ve uluslararası tanınırlık geldi. Başka bir canlının acısı üzerinden mi elde ettim bu tanınırlığı? Bu da kapitalizmdir. Önemli olan, nasıl yönlendirdiğim, tutarlı olarak nasıl söyleme dönüştürdüğüm. Dağ başında yaşayamam, insan ilişkisine ihtiyacım var. Paraya ihtiyacım var, çalışmam lazım. Kapitalizmi vurmak gibi bir niyetim de yok. Yapamam zaten. Hiçbir düşüncenin, ideolojinin fanatiği, indirgemecisi değilim. Kapitalist sistem içinde olup güzel alternatifler yaratmış insanlar var.

Sorgulamayı da engellemiyor böyle olması.
Tabii ki. Eleştirdiğim şeyleri mümkün olduğunca yapmamaya çalışıyorum. Son derece minimal bir hayatım var. Bu samimiyet için kıstas değil ama sanat marketinde bulunma çabam olmadı mesela. Görünürlük kaygım olmadı… Herkes birbirine saygı duysun, dileğim o… İnsan sadece insan değildir, bir sürü insan vardır. Dünya sadece dünya değildir, bir sürü dünya vardır. Söylemlerimizle uyum içinde yaşamak önemli. Kendimi hiçbir şekilde tanımlamak istemiyorum. Mümkün olduğunca iyi bir insan olmaya çalışıyorum.