Temmuz27 , 2024

Kerem Görsev: Caz, hep caz olarak kalır!

İlgili Yazılar

Türk sanatının zarif temsilcileri

Geleneksel Türk sanatlarının ve kültürünün yaşatılmasında, dünyaya tanıtılmasında büyük...

“Biz onu en çok siyah beyaz görüntülerinden sevdik…”

“İlk işimiz Atatürk belgelerini kurtarmak. Bunu bu ülkeye ve...

Bir nesil onun sesiyle büyüdü: Jeyan Tözüm

Tiyatro, sinema ve seslendirme bütün olarak bir insan olsaydı...

“Fotoğraf, benim için müthiş bir terapi aracı oldu”

Uzun yıllardır fotoğraf sanatı ile ilgilenen iş insanı Serhan...

“Fotoğraf makinem, fırçam; yaşamın kendisi ise boyalarım oldu”

Çektiği fotoğraf karelerine yaptığı dijital müdahalelerle ortaya koyduğu eserlerinde...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Caz müzik deyince ülkemizde akla gelen ilk isimlerden biri olan Kerem Görsev, sahneyi masal anlatılan yer olarak tanımlıyor. “İnsanlar ben çalarken hayal kuruyorsa demek ki doğru yoldayım” diyor ve ekliyor: “Bugün dinlediğiniz tüm müzikler, cazın küçücük kılcal damarlarından çıkıp beslenen müzik türleridir. Ama caz, hep caz olarak kalır. Öbür türleri prodüktörler çıkartır. Oysa caz her zaman onları besleyen bir araç, bir nehirdir.”

SÖYLEŞİ: SENUR AKIN BİÇER
FOTOĞRAFLAR: MÜHENNA KAHVECİ – KEREM GÖRSEV ARŞİVİ

Senur Akın Biçer, ünlü caz piyanisti Kerem Görsev ile Zorlu PSM Touche’deki konseri öncesinde görüştü.

Ülkemizde caz müziğinin gelişmesinde, müzikal birlikteliklerin kurulmasında büyük emeği bulunan bir sanatçı Kerem Görsev. Kendi deyimi ile “müziğin içine” doğduğu bir evde, piyanoyu ilk oyuncağı gibi gördüğü bir çocukluk dönemiyle başlayan müzik yolculuğu aslında biz dinleyicileri için de yaşam yolculuğumuzun kilometre taşlarını oluşturuyor. Onun hayatındaki kimi dönüm noktalarında ya da etkilendiği olaylar için bestelediği parçalar, bizim için de arkadaşlarla birlikte gidilen konserlerin, zorlu ve yoğun iş gündeminin ardından soluk alınan keyifli anların hatırası oluyor çünkü… Yıllardır birçok kez sahnede izlediğim Kerem Görsev ile Zorlu PSM Touche’de vereceği konserden hemen önce yaptık bu söyleşiyi. Prova öncesi ayırdığı zaman öyle kıymetliydi ki dergimiz için… Daha fazla bekletmeden onun, belki de hayatla eş anlamlı tuttuğu müziğe bakışını anlatırken ortaya koyduğu samimi ve güçlü anlatımı ile baş başa bırakayım sizleri…

MÜZİK BENİM SEÇİMİM OLMADI KENDİMİ KONSERVATUVARDA BULDUM

Müzikle ilişkiniz çok küçük yaşlarda başlamış. Geriye dönüp baktığınızda hatırladığınız ilk anılar neler müziğe dair?
Babamı, rahmetli babamı hatırlıyorum evvela. Biz evin içinde devamlı müzik dinlerdik. Ben annemin karnındayken, sonra kundaktayken Prokofiev, Şostakoviç, Rahmaninov, Çaykovski, Beethoven dinlemişim. Bu müzikle doğdum, büyüdüm. Babamın makaralı bir teybi vardı. Devamlı müzik çalardı bizim evde. Amcam, o zaman Siyasal’da okurdu, piyano çalardı. Dayım Akademi’de ressamdı, 1950’li yıllarda. O da keman çalardı hobi için. Teyzem de Fransız filolojisinde okurdu. Ben 2-3 yaşındayken teyzem, Sylvie Vartan, Johnny Hallyday ve Beatles parçalarını mandolinle çalarmış, ben de ritim tutarmışım. Annem, babam bunu keşfetmiş. Kulağımın müziğe yatkın olduğunu fark edince ne yapalım demişler. Ben 1967 yılında, altı yaşında bir çocukken kendimi konservatuvar imtihanında buldum. Sonra da kazanınca annem götürüp getirmeye başladı konservatuvara. Hiç unutmuyorum, Üsküdar’da Ermeni bir ailenin çift merdivenli konağında bir duvar piyanosu vardı. Babam onu almıştı. İlk ciddi oyuncağım o olmuştu. Hala da o siyah beyaz tuşlarla oynuyorum. Ölene kadar da oynayacağım. Müzik, benim benim bir seçimim olmadı esasında. Kendimi konservatuvarda buldum ve öyle gitti her şey…

Siz reddetmemişsiniz de…
Nasıl reddedeyim? Renklerle, müzikle uğraşıyorsunuz.

Aynı durumu kızınızda da gördünüz mü peki?
Kızım Nisan’ın kulağı küçükken çok iyiydi. Konservatuvara girdi, piyano bölümünü kazandı. Üç yıl devam etti ama bir gün geldi bana, “Baba, ben piyano bölümünde okumak istemiyorum, eğitimime devam etmek istiyorum” dedi. Konservatuvara gittiğinde elbette hoşuma gitmişti, ona kuyruklu piyano almıştım. Ama müziğe devam etmesi konusunda baskı yapmadım. Çünkü zorlamayla olmaz. Peki dedim. Kızım, ABD’ye gitti, Chicago Üniversitesinde moleküler bilim ve ekonomi okudu. Ardından Londra’ya gitti, 1400 kişinin başvurduğu ve iki kişinin alındığı bir işe kabul edildi.

 

 

 

 

 

 

 

üstte solda, 1996 yılı Parliament Jazz Festivali İzmir Fuarı Açık Hava Tiyatrosu, Can Kozlu , Kerem Görsev, İlhan Erşahin, Volkan Hürsever (soldan sağa). üstte sağda, Kerem Görsev, Perfect Balance albümünün kayıtları sırasında, Ernie Watts, Kağan Yıldız (solda) ve Ferit Odman (sağda) ile birlikte. solda, Orhan Atasoy ile Kerem Görsev piyano başında. (1988)

TÜRKİYE’NİN YÜZ AKI GENÇLERİ ÜLKEYİ İLERİ GÖTÜRECEK…

Aynı zamanda çok disiplin isteyen bir uğraş müzik. Aranızdaki bu ilişkiyi nasıl anlatırsınız?
Ben çok disiplinli bir insanımdır. İstanbul’a pek sık gelmediğim için bugün birkaç görüşme yaptım, yarın İzmir’e ardından da İtalya’ya, Como’ya gideceğim. 20-25 gün kalacağım orada. Kafamda projeler var. Bir şeyler yazmak istiyorum çünkü.

Piyano için “Enstrümanların amiral gemisidir” diyorsunuz.
Piyanosuz hiçbir şey olmaz çünkü. Ülkemizde çok iyi bir jenerasyon var. Bu ülkenin İdil Biret’i, Güher-Süher Pekinel’i, Ayşegül Sarıca’sı, Gülsin Onay’ı, Hüseyin Sermet’i, Fazıl Say’ı var. İsmini unuttuklarımdan özür dilerim. Demeye çalıştığım, bu ülkede çok büyük müzisyenler ve onların arkasından gelen genç bir jenerasyon var. Can Çakmur, İlyun Bürkev… Türkiye’nin yüz akı gençleri, Türkiye’yi ileri götürecek.

Albümlerinizde aynı zamanda besteci yönünüzle de müziğinizi ortaya koyuyorsunuz. Beste yapma süreciniz nasıl ilerliyor? İlham mı önemli, çalışmak mı?
Beste öyle bir şey ki… Piyano başında oturarak beste yapamazsınız. Besteler, uzun yaşanmışlıkların hikayesidir. Bir şey hissedersiniz, bir şeyden etkilenirsiniz ve müzik yazarsınız. Kızıma yazdığım albümler, kedilerime yazdığım, eşlerime yazdığım albümler var.

1964 yılında Görsev ailesi Anıtkabir ziyaretinde. Nesrin-Doğan Görsev çifti, oğulları Kerem ve Ahmet ile.

Klişe bir soru olacak ama sormadan da olmaz. Müzik sizin için ne anlama geliyor? Nasıl tarif edersiniz?
Dinlemeyince olmayan bir şey benim için. Dün arka arkaya beş tane Bill Evans albümü dinledim. Seçtim koydum, seçtim koydum. Bill Evans benim karar verme mekanizmamı tetikliyor. Henüz 12-13 yaşlarındayken Since We Met şarkısını dinlemiştim. Benim hayatımda değişikliklerin olduğu dönemdi. Konservatuvardan ayrılmayı düşünüyordum. Zaten o kadar okuduktan sonra ayrıldım da çünkü bu tarz müzik beni daha çok etkiliyordu.

Peki, müzikteki yolculuğunuz nasıl gelişti? Hangi yollara evrildi ve bugüne geldi?
Önceleri para kazanmak için gece kulüplerinde pavyonlarda çalıştım. Askerden döndükten sonra 1982’de Türkçe sözlü hafif batı müziği tarzı vardı, o şarkıları söyleyenlere eşlik ettim. 1985 yılında Bursa Fuarı’nda çalarken son gün “Artık bu müziği çalmayacağı” dedim. Çünkü yapmak istediğim müzik başkaydı. O zaman Elvan Aracı gelmişti. Reina’nın yerinde Alageyik Restoran vardı.

Evet, bilirim…
Orada, 1986 yılında ilk Kerem Görsev Trio’yu kurdum. Dinner jazz çalmaya başladık. Yemek yemeye gelenlere güzel melodiler çalıyorduk; The Girl from Ipanemalar, Corcovadolar, Besame Mucholar…

ERİC REEVES’İN HAYATIMDA ÇOK ÖNEMLİ BİR YERİ VAR

1988 yılında Korukent Jazz Bar açıldı. Rahmetli Mehmet Ali Açılmış’a “Burada ben de çalmak istiyorum” dedim, “Sen kimsin?” dedi. “Elvan Aracı var, şarkıcı Tufan Ünalp var, davulda Veysel Çadır var, kontrbasta Oğuz Durukan var” diye anlattım. “Ben onları biliyorum seni bilmiyorum” deyince “O grubu ben kurdum” dedim. Ondan sonra kontrat yaptım. Hala o kontrat duruyor bende. O zamanın parasıyla yevmiyemiz 50’şer liraydı.
Başla dedi, başladık orada. Yaz sezonu bitince ben daha sonra da devam etmek istedim. “Buraya Amerikalıları getireceğiz” dedi. Amerika’dan 15 günde bir vokalist geliyordu. Daha çok müzisyen gelmeye başlayınca Mehmet Ali Açılmış’a, “Otel parası vereceğine bırak bende, evde kalsınlar” dedim. Saksafoncu Steve Hall geldi, 6 ay kaldı bende. Ama büyük eğitim aldım ondan, repertuvar öğretmeye başladı bana. Piyano çalıyordu. O gitti, o dönemin çok iyi bir basçısı olan Ed Howard geldi, Larry O’Neill geldi. Bluesları ondan öğrenmeye başladık. Korukent Jazz Bar kapandı, hemen arkasından Çırağan Q Jazz Bar açıldı. Orada da 1994 yılında başladım. Eric Reeves ile tanıştık, benim hayatımda çok önemli yeri var. Brandford Marsalis ile çalıyor son 25 senedir.
O yıllarda kendi bestelerimi de yapmaya başlamıştım. 1994 yılında da ilk albümüm çıktı; Hands and Lips… Pek çok şey oldu hayatta, zincirlerin üstüne zincirler ekleye ekleye bugüne kadar geldik işte. Hala devam ediyoruz.

 

Caz müziğine gelince, sanki cazdan herkes anlayamaz ya da elitlerin müziğidir gibi kimi etiketler var.
Asla öyle değildir caz…

Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ne ekerseniz onu biçersiniz. Sahne, bir masal anlatma yeridir; caz, müzikal bir pandomimdir. İnsanlar sizin çaldığınız müzikten etkilenirse, hayal kurarsa… Ben çünkü Bill Evans dinleyerek hayal kuruyorum. Benim yaptığım müzik de birilerine hayal kurduruyorsa o zaman doğru bir şey yaptığıma inanıyorum ve daha da cesaretleniyorum. Bu sahneden çıkan enerjiyle parçalarınızla insanları etkileyebiliyorsanız insanlar eve giderken Spotify’dan, iTunes’dan sizin ne yaptığınıza bakarlar. Şöyle örnek vereyim, Roll Royce çok satılan bir araba değildir ama arabadır. Caz da müziğin Rolls Royce’udur. Klasik müzikten sonra dünyada var olan ikinci müzik, cazdır. Dinlenen tüm müzikler, cazın küçücük kılcal damarlarından çıkıp beslenen müzik türleridir. Ama caz, hep caz olarak kalır. Öbür türleri prodüktörler çıkartır. Caz her zaman onları besleyen bir araç, bir nehirdir.

Birazdan sizi sahnede birlikte dinleyeceğimiz Ozan Musluoğlu ve Ferit Odman ile çok uzun yıllardır birlikte çalışıyorsunuz. Birlikte çalışmanın, çalmanın hele de uzun yıllar sürmesinin bir sırrı olmalı. Sizin sırrınız ne?
Sır yok, evvela arkadaşlık önemli. Dürüst insan, dürüst müzik yapar. Sevdiğimiz, dinlediğimiz müzik tarzları aynı. Akustiği seviyoruz, beraber projelerde çalıyoruz. Artık birtakım şeylerde bakışarak anlaşıyoruz.
İnanmadığımız müziği çalmamak benim için çok önemli. İnanmadığım bir yerde, inanmadığım bir müziği yapmam. Para karşılığı bana nota bastıramazsınız. Bu snopluk değil; müziğe saygı, kendime saygı. İstemediğim müzisyenle de çalmam, kiminle istersem onunla çalarım. Bu megalomanlık değil, kendi müziklerimizi ve canımız ne isterse onu çalmak istiyoruz.

Kerem Görsev ve ülkemizin en iyi davulcularından Ferit Odman’ın dostuğu ve müzik yoldaşlığı uzun yıllara dayanıyor. Öyle ki Kerem Görsev, Ferit Odman’ın Bursa Anadolu Lisesinde öğrenciyken kendisinden hediye CD kazandığı günleri mutlulukla anımsıyor.

Üzerinizde emeği olan müzisyenleri ve büyüklerinizi minnetle anıyorsunuz, hem sosyal medya hesaplarınızda hem de eserlerinizde. Örneğin son albümünüzde tromboncu Elvan Aracı için “Üzerimde çok emeği vardır, huzur içinde uyusun” demişsiniz. Minnet çok güçlü bir duygu sizde. Sizin üzerinizde emeği olan herkesi öyle güzel onurlandırıyorsunuz ki…
Elvan’ın benim üzerimde çok emeği vardır. Ama sahnede devamlı kavga ederdik. Hayalet gibi bir adamdı. İsveç’te evinde ölünce 14 gün cesedini kimse bulmadı, lost (kayıp) zaten hayalet gibiydi. Son albümümün adını Lost Ghost koydum yani kayıp hayalet. Hayaletin kaybı olur mu, zaten hayaletin kendisi kayıp. Ama Elvan öyle biriydi… Bizi çok etkiledi. Çok kavgalarımız, müzik üzerine sert tartışmalarımız oldu, ama ona saygımız, sevgimiz her zaman çok üst düzeydeydi. Tüm Türkiye’deki caz müzisyenlerinin üzerinde çok etkisi vardır.

 

Birazdan birlikte prova yapacağınız Ferit Bey’i bizimle tanıştırırken de çok kıymet vererek tanıştırdınız…
Ben Ferit’e de çok minnet duyarım. Türkiye’deki gelmiş geçmiş en iyi davulcu ve bana çok faydası oldu. Ben niye minnet duymamayım. İsterse 5 yaşında olsun karşımdaki kişi. Ben sıfır kompleksli bir insanım hayatta. Kimseye imrenmem, kimseyi kıskanmam. Öyle bir derdim yok. Herkes kendini yaşar, herkes kendini çalar, herkes kendi çizgisini kendi bulmak zorundadır.

Bu içten sohbet için bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.