Temmuz27 , 2024

Daha güzel ve daha anlaşılır bir dünya için “Sanata Evet”

İlgili Yazılar

Türk sanatının zarif temsilcileri

Geleneksel Türk sanatlarının ve kültürünün yaşatılmasında, dünyaya tanıtılmasında büyük...

“Biz onu en çok siyah beyaz görüntülerinden sevdik…”

“İlk işimiz Atatürk belgelerini kurtarmak. Bunu bu ülkeye ve...

Bir nesil onun sesiyle büyüdü: Jeyan Tözüm

Tiyatro, sinema ve seslendirme bütün olarak bir insan olsaydı...

“Fotoğraf, benim için müthiş bir terapi aracı oldu”

Uzun yıllardır fotoğraf sanatı ile ilgilenen iş insanı Serhan...

“Fotoğraf makinem, fırçam; yaşamın kendisi ise boyalarım oldu”

Çektiği fotoğraf karelerine yaptığı dijital müdahalelerle ortaya koyduğu eserlerinde...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

SÖYLEŞİ:  SENUR AKIN BİÇER

“Sanata Evet” çağrısıyla toplumun tüm kesimlerine, daha iyi ve güzel bir dünya için sanatın hayatımızda daha çok yer alması gerektiğini hatırlatan ünlü oyuncu Tamer Levent ile sanatın iyileştirici gücünü konuştuk. Levent, “Sanat; piyano çalmanın adı değil, piyanoyu nasıl çaldığınızın anlamıdır. Eğer piyano çalmanın anlamını kendinize tarif edebiliyorsanız o zaman sanat iyileştirir” diyor.

Dergimizin imtiyaz sahibi Senur Akın Biçer, ünlü sanatçı Tamer Levent ile içten bir söyleşi gerçekleştirdi.

Büyük bir acı yaşadık… 11 kentimizi vuran deprem tüm ülkeyi, hepimizi derinden etkiledi. Daha ilk andan itibaren dayanışma içinde yaralarımızı sarmaya, acımızı paylaşmaya çalıştık. Belki daha yolun başındayız ama bu süreçte aklımızın bir köşesinde de hep sanatın iyileştirici gücünden yararlanmanın yolları oldu. Birçok kurum, kuruluş bu yönde çalışmalar yaptı. Biz de dergimizin dosya konusunu sanatın iyileştirici gücü üzerine kurgulayınca çok değerli oyuncumuz Tamer Levent ile bir araya gelelim istedik.
Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne girdiği yıldan itibaren tam 52 yıldır sahnede Tamer Levent. Önce tiyatro oyunlarıyla, opera ve bale temsilleriyle, ardından sinema ve dizi filmlerle çok geniş bir kesime ulaştı. Hafızalarımızı tazelemek için birkaç örnek vereyim… 1975’te “İstanbul Efendisi” oyununda oynadı, izleyen yıllarda “Karacaoğlan”, “Tartuffe”, “Sanatçının Ölümü”, “Düşler Yolu”, “Yaşamaya Dair”, “Galileo’nun Yaşamı”, “Venedik Taciri” gibi birbirinden farklı dönemlerde, farklı yazarların elinden çıkmış oyunlardaki performansıyla tiyatroseverlerin zihnine kazındı. Oyunlar yazdı, operalar yönetti. Onlarca filmde rol aldı. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü kazanan “Kış Uykusu” filmi de bunlardan biri… “İstanbullu Gelin”, “Cesur ve Güzel”, “Aşk Yeniden” gibi dizilerde rol aldı. Şimdilerde ise “Camdaki Kız” adlı dizide oynuyor. Onun sayısız ödülle de taçlanan tüm bu çalışmaları, başarılarla dolu sanat hayatı çok kıymetli. Ancak kendisiyle özellikle konuşmak istememin bir nedeni de “Sanat Evet” davetiyle de çok uzun yıllardan bu yana, daha güzel bir dünya için sanatın hayatımızın içinde daha fazla yer alması gerektiğini vurgulaması. Onun yoğun çalışma temposu içinde bize ayırdığı vakti öyle verimli kullandık ki! Ben hem çocukluğuma gittim hem de ileride yapmayı çok arzu ettiğim sanat projelerine… Sohbetin tadı damağımızda kaldığı için en kısa zamanda bir araya gelelim dileğiyle noktaladık söyleşimizi…

SİYASAL YERİNE KONSERVATUVAR

Tamer Levent; Erhan Gökgücü’nün yönettiği ve 2008 – 09 sezonunda Devlet Tiyatrolarında oynanan Brecht’in “Galileo Galilei – Galileo’nun Yaşamı” adlı oyununda başrolde.

 

Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne girdiğiniz yıldan sayarsak 52 yıldır sahnedesiniz. Bu yolculuğun ilk kilometre taşı neydi?
Aslında Siyasal Bilgiler Fakültesine gidecek, hariciyeci olacaktım ama konservatuvar kazandım. O yıllarda seviye sınavı ile öğrenci alıyorlardı. Kazanacağımı da zannetmiyordum ama kazandım. O zamanın şartlarında konservatuvarda bambaşka bir eğitim alacağımı düşünüyordum. Ama beklediğim gibi bir eğitimin olmadığını gördüm.

Ne bekliyordunuz?
Ben oyunculuğun bir felsefesi olması gerektiğini düşünüyorum. Oysa oyuncu sadece icracı olarak görülüyor.

Çok uzun yıllardan bu yana sayısız başarılı esere imza attınız. Çeşitli meslek kuruluşlarının temelini attınız, üniversitelerde dersler verdiniz. Ülkemizin yanı sıra dünyanın önde gelen okullarında New York Üniversitesi Tiyatro Bölümünde, Berlin Yüksek Sanat Okulu Tiyatro Bölümünde, İngiltere Yorkshire Bretton Hall College ve Warwick Üniversitesinde “yaratıcı oyunculuk” dersleri verdiniz. Burada, oyunculuğa dair dikkatinizi çeken coğrafi farklılıklar neler oldu?
Benim hayatımın uzunca bölümü yurt dışında geçti, aşağı yukarı 170 ülkeye gittim. Hiçbirine de turist olarak gitmedim. Hep davet edildim. Oyunculuğa yaklaşım konusundaki farklara gelince… Drama kelimesi Türkiye’de “acıklı” olarak anlaşılıyordu 1970’li yıllarda. Konservatuvarda öğrenci iken bir İngiliz hocamız vardı. Bize İngiliz bir yazarın kitabından bakıp doğaçlama yaptırıyordu. Bir gün ders arasında kitabının kapağına baktım, not aldım. İngiltere’den gelen arkadaşlarımdan bu kitapları istedim. O zaman anladım ki Rönesans geçirmiş toplumun bakış açısı, dramanın, “durum” olduğunu söylüyor. O andan itibaren vizyonum açıldı, oyunculuğa da farklı bakmaya başladım. Sonra okul bitti, Almanlar burs verdi, Amerikalılar burs verdi. Ardından Londra’da liege vardı, oraya drama lideri olarak aldılar. Oraya girdiğim andan itibaren dünyanın akla gelmeyen birçok ülkesine gittim.

Ne tür çalışmalarınız oldu o süreçte?
Manila’da 15 gün ormanın içinde drama atölyesi yaptık. Dediğim gibi Türkiye’de drama o sırada acıklı olarak biliniyordu. Böyle bir ortamda Türkiye’de bunları konuştuğumuz zaman garip karşılıyor insanlar. Bizde maalesef duyduklarına, duyarak ezberlediklerine çok inanıyorlar. En doğrusu o zannediliyor. Oysa bunun akademik olarak bir karşılığı da yok. Filozoflar öyle anlatmıyor. Biz resim, heykel, müzik, mimari, tiyatroya kodlamışız sanatı. “Sanat, budur” diyoruz. Ne zaman sanat konusunda bir şey söyleseniz karşı taraf böyle anlıyor.

O zaman sizin kendinize has sanat tanımınızı sorsak…
Sanat kavramı, esasında insanın beyninde olan bir özelliğin adı… Ama insan bunu bilmiyor. Hatta şunu söyleyeyim daha öncesinde insan, beyninin özelliklerini de bilmiyordu. TÜBİTAK’ın 1980’li yıllarda çıkardığı Buluş Yapma Sanatı diye bir kitap var. Orada diyor ki, Graham Bell, Newton, Benjamin Franklin gibi bilim insanları, buluşları yaparken bile beyinlerinin ne kadar etkili olduğunu bilmiyorlardı. Dolayısıyla “mucize” diye bir kavrama inanılıyordu. Esasında mucize, beyni tanımamaktan ötürü üretilmiş bir laf. Beynin bölümlerine kabaca baktığımızda sağ lobun özelliğine sanat diyoruz, sol lob da analitik. Sağ lob, merak ediyor, deneyimlemek istiyor. Beyni tanıdığınız zaman görüyorsunuz; beyin merak ediyor, deneyime yönlendiriyor. Yani bilimin kaynağı da sağ lob esasında. Merak ettiğiniz için bilim oluyor. Öte yandan doğa ile insan arasındaki ilişki, sanatın kaynağı.

Bilim ve sanat iç içe diyorsunuz…
Yapay zekanın keşfedilmesi de sanat. Bilim; sanatın bulduğu, düşündüğü, merak ettiği, araştırdığı konulara, analitik beyin tarafından cevaplar bulunması, deneyimin proje haline gelmesi, sonra onun uygulandıktan sonraki halinin kuşaklara devredilmesi demek. Devredildikçe bilim oluyor. Hipokrat “Ars longa vita bravis” yani “Sanat uzun, hayat kısa” demiş. Baktığınızda Hipokrat sanatçı mı? Değil ama bakışı böyle.
Amerikalı yazar Rolla May, “Bilimin çıkışı sanatın varlığından kaynaklanıyor” diyor. Yani makine icat etmek bilim, düşünce icat etmek sanat!

“SANATÇI, İŞİNİ ÖZENLE YAPANDIR”

Bu anlattıklarınız, sanatın aslında bu kadar içimizde, doğa ile ilişkimizde olduğunu vurgulamanız bana Adana’da geçirdiğim çocukluğumu hatırlattı. Çiçeksiz, kireçsiz, sıvasız hiçbir ev yoktu…
Bakın, bu da sanat! İnsanın refleksi bu. Demek ki temiz ve güzelliği olan bir şey yapmak istiyor insanlar. Çünkü sanatçı, işini özenle yapandır.

Babaannem, mahalleye yeni taşınan biri olunca ona rengarenk çiçekler götürürdü “Hoş geldin” diye. Hatta mahalleyi örgütlermiş, kim ne renk getirecek diye…
İşte bu da “Sanata Evet”.

Rahmetli babam, mühendisti ama kendi tasarımını hep kendi yapardı, bir ressam ve bir heykeltıraş ile çalışırdı. Evimize gelir giderdi sanatçılar. Bana resme ne zaman başladığım sorulur hep. Ben de “Zaten hep içindeydim” derim. Öyle ki babam evdeki koltukların bile çiçek desenli olmasını arzu ederdi…
Babanız bir şey düşünüyor, etkileniyor, merak ediyor. Koltuğun üzerinde çiçek böcek olmasını neden istiyor? Çünkü doğadaki çiçek böcek onu etkiliyor. Bir süre etkiledikten sonra, ona süreç diyoruz zaten, o süreç fikre dönüşüyor. Ben doğada bunu görüyorsam evde de göreyim, besleneyim, diyor. Giderek projeye dönüşüyor bu… Bir heykeltıraş ile ressamı yanına alması müthiş bir zeka! Bu konu aslında tipik bir “Sanat Evet” örneği.

SANAT, ÜRÜN DEĞİL SÜREÇ

Hayranlıkla takip ettiğim “Sanata Evet” oluşumunuzun temelleri hayli eskiye 1994’e uzanıyor. Devlet Tiyatrolarında seçimle Genel Müdürlük koltuğuna oturan ilk ve tek yönetici olarak görev aldığınız dönemde başlattığınız “Sanata Evet” projesini anlatır mısınız?
Biz, daha güzel ve daha anlaşılır bir dünya için “Sanata Evet” diyoruz!” Sanata Evet, sanatın bir ürün değil, süreç olduğunu savunmaktadır. Bu süreç sonunda ortaya çıkan her şey, etik, estetik ve adalet kavramlarıyla örtüştüğü takdirde sanat olarak kabul edilmektedir.

Peki, sanat bizden koparıldı mı?
Evet, sanat koparıldı. “Coğrafya kaderinizdir” deniyor ama bu kader değil. Çünkü baktığınız zaman bu coğrafyada çok çok eski zamanlarda müthiş şeyler olmuş. Şimdi bu coğrafya o özelliğinden koparılmaya çalışılıyor. Sanatçı, lüzumsuz işlerle uğraşan insan değil. Sanat kelimesi, bir işi özenle yapmak anlamına geliyor. Ama artık o anlamdan uzaklaştırılıyor. Guguk Kuşu filmi vardı, Jack Nicholson’ın oynadığı. Orada lobotomi yapılıyordu. Beyni, işlemez, müthiş itaatkar hale getiriyorlardı. Biz de adeta lobotomi olmuşuz sanat konusunda. Ama farkındalık zamanı şimdi.

Sanatın geniş kitlelere yayılması çalışmalarınız depremle birlikte farklı bir yönde de ilerliyor. Deprem sonrasında İstanbul’a gelen çocukların psikolojik açıdan daha iyi hissetmesine yönelik çalışmalarınız var. Bu çalışmalardan bahseder misiniz?
Depremin ardından İstanbul’da, Yaşam Sanatı adında bir platform kurduk. Bu platformla depremden sonra İstanbul’a gelen çocuklarla drama yöntemi ağırlık olmak üzere, rol oynama metoduyla düşünme, kavramları anlama, konsantre olma gibi çalışmalar yaptık. Hem eğlenceli hem eğitici çalışmalar oldu. Çocuklarımızın uyum, birlik, beraberlik, iletişim gibi unsurlarını psikoloji, pedagoji hatta psikiyatri yöntemleriyle yeniden geliştirmek, onların bu farkındalığı elde etmelerini sağlamak için çalışmalar yaptık. Bu projenin Yaşam Sanatı Platformu tarafından gerçekleştirilmesi yaşamanın bir sanat olduğunu göstermesi açısından önemli. Sanatı, bireylerin bütün acılarına rağmen yaşama bağlanarak ve kendilerini geliştirerek hayata tutunması, yaşama sanatı olarak tarif etmek istedik.

SANATla İyileşmenin temeli farkındalık

Sizce sanatın, özellikle de tiyatronun iyileştirici gücü nereden kaynaklanıyor?
Bizim, sanatın iyileştirici gücünden kastımız, sanatı fark etmek. Yani bireyin kendisinin neler yapabileceğini fark etmesini sanat olarak düşünüyoruz. Beyindeki özelliklerini keşfetmesini ve bu özellikleriyle kendisini tanıyarak, yapıcı, pozitif mesajlar göndererek kendisini geliştirmesini, yaratıcılıklarını köreltmek yerine parlatmasını ve bu parlatmayla da kendi kendini yöneterek hayata bağlanmasını kastediyoruz. Resim, edebiyat, heykel, tiyatro, müzik, mimarlık gibi eskiden altı olan sanat dalı sayısı, şimdi sinema, fotoğraf ve sporun eklenmesiyle dokuza ulaştı. Sanat uğraşıları, sanat becerileri alanlarına bakarsak sayı giderek artacak. Gastronomi de girecek tasarım da girecek bunların arasına. İnsanın yaptığı pek çok iş, sanat olarak tanımlanacak bir gün dünyada. Dolayısıyla biz mesela resimle uğraşan bir çocuğun da kendisini tedavi edebileceğini düşünüyoruz, dramayla uğraşan bir çocuğun da müzikle uğraşan bir çocuğun da. Bunları yapılması için gerekli disiplinler söz konusu. Bu disiplinleri fark eden insan, kendini de fark etmiş olacak, kendi yaşam biçimini anlamlandırıp gelişmesine ön ayak olacak fikirler geliştirebilecek. Dolayısıyla burada esas olan, uygulamaların bireyde yapacağı düşünce sistemini kurmak. Bu düşünce sistemini kurduğunuz zaman, bireyin kendi kendini iyileştirmesi söz konusu olacak. Yoksa sanatla iyileşme, piyano çalarak tamamen iyileşmek anlamına gelmiyor. “Piyano çalarak nasıl iyileşiyorum” farkındalığını elde etmek önemli. Sanat; piyano çalmanın adı değil, piyanoyu nasıl çaldığınızın anlamıdır. Eğer nasıl çaldığınızın anlamını kendinize tarif edebiliyorsanız o zaman sanat iyileştirir.

Senur Akın Biçer ve Tamer Levent, sanat üzerine yaptıkları söyleşide, kış çaylarını yudumlarken bir yandan da ileride yapabilecekleri sanat projelerini konuştular.

Bu yoğun temponuzda zaman ayırdınız. Sohbetin tadı damağımızda kaldı. En kısa zamanda daha uzun uzun sohbet edebilmek dileğiyle tekrar teşekkür ederim size.
Ben teşekkür ederim. Yeniden bir araya gelerek “Sanat Evet” dediğimiz projeleri hayata geçirelim…