Temmuz27 , 2024

Kâmil Erdem: “Yazının egemen ideolojilere değil, ıssıza, taşralıya, edilgine dönük olması gerektiğine inanıyorum”

İlgili Yazılar

Türk sanatının zarif temsilcileri

Geleneksel Türk sanatlarının ve kültürünün yaşatılmasında, dünyaya tanıtılmasında büyük...

“Biz onu en çok siyah beyaz görüntülerinden sevdik…”

“İlk işimiz Atatürk belgelerini kurtarmak. Bunu bu ülkeye ve...

Bir nesil onun sesiyle büyüdü: Jeyan Tözüm

Tiyatro, sinema ve seslendirme bütün olarak bir insan olsaydı...

“Fotoğraf, benim için müthiş bir terapi aracı oldu”

Uzun yıllardır fotoğraf sanatı ile ilgilenen iş insanı Serhan...

“Fotoğraf makinem, fırçam; yaşamın kendisi ise boyalarım oldu”

Çektiği fotoğraf karelerine yaptığı dijital müdahalelerle ortaya koyduğu eserlerinde...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Üç öykü kitabı var. Yayımlanma sırasıyla; Şu Yağmur Bir Yağsa, Bir Kırık Segâh ve Yok Yolcu. Üçü de ödüllü. Son kitabıyla edebiyatımızın en prestijli ödüllerinden 68. Sait Faik Hikaye Armağanı’nı aldı. Demini almış, damıtılmış, katmanlı, şiirli öyküleriyle Kâmil Erdem, hikayeciliğimizin beklenen derinliğiydi. İlk kitabını 71 yaşında yayımlamıştı ya beklediğimize değdi.

Bu yıl 68’incisi verilen Sait Faik Hikaye Armağanı’nın Kâmil Erdem’in Yok Yolcu adlı kitabına gitmesi, has öykü okurlarını çok sevindirdi. Okurlar ve yazarlarca edebiyat ödüllerinin, kısa listelerin, uzun listelerin, jürilerin, birincilerin tartışıldığı, eleştirildiği bir dönemde Kâmil Erdem adı neden hoş bir seda yarattı?

İlk kitabını sadece altı yıl önce, 71 yaşındayken yayımlayan Erdem’in sırrı, ülkenin en çalkantılı zamanlarından geçerken biriktirdiği, demlediği öykülerini okura sunmak için hiç acele etmeyişinde belki de. Edebiyatın gereksindiği ayrıntı zenginliğine sahip olmasında. Üç kitabının da ödüllere layık görülmesi sanki “Daha önceleri neredeydiniz?” dedirtiyor okura. Uzun uzun derinlere dalmasıyla, diplerden bir hayat çıkarmasıyla, nice gamın kederin arasından muzip ironisiyle “Bu da geçer ya hu!” dedirtmesiyle yani hikayeciliğimizin geleneğindeki zenginliği taşımasıyla belki, hep beklenen hikayeciydi. Bir öykü zamanı içinde karakteri üç boyutlu hale getirip aramızda dolaştıran, yarattığı capcanlı atmosferi günlük yaşamımıza ulayan, insanın lineer değil, iç içe geçmiş zamanlarda yaşadığını gösteren hikayelerin yazarı Erdem. Örneğin, bir ailenin cemaziyülevvelini bilmemiz için onları akşam yemeğinde masanın çevresine toplaması yetiyor. Bir aydının tecridini, patates pişirme süresi içinde duyumsatıyor. Karakterler ve hikayeler bilinç akışıyla derinleştikçe derinleşiyor. Hikayeler de lineer zamanda ilerlemiyor. Dili ayrı bir zenginlik. Şairler uğruyor öykülerine. Öykünün detaycılığıyla şiirin militanlığını buluşturuyor. Şairler için “Susmalarından korkuyorum” diyor.
Doğan Hızlan başkanlığında, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Prof. Dr. Jale Parla, Murat Gülsoy, Metin Celal ve Darüşşafaka Cemiyeti Temsilcisi Beşir Özmen’den oluşan Seçici Kurul, ödülü Erdem’e oybirliğiyle verme gerekçesini; “Hayatı, toplumu, bireyler arası ilişkileri incelikli gözlemleriyle; dile hakim, şiirsel ve özenli bir anlatımla, ustaca yansıtması” diye açıklamıştı. Yok Yolcu’nun yazarı ise tüm kalıplara karşı. “Dil, ‘edebî’ olmaktan kurtulsun, bizi ehlileştirmeye, dar kafeslere tıkmaya çalışan gündelik dilden farklı, muzip, canlı, yadırgatıcı bir dil olsun istedim” diyor. Kâmil Erdem ile öykücülüğünü konuştuk.

Sait Faik Hikaye Armağanı’nı aldığınızı öğrendiğinizde ilk ne düşündünüz?
Amerikan filmlerinde vardır ya, “Aman yarabbi!” derler. Yok, öyle olmadı ama sevindim tabii. Bu ödül, öykücülüğümüzün en köklü, saygın ödüllerinden biri.

Sait Faik’in, öykücülüğünüzde nasıl bir yeri vardır?
Ortaokullu yıllarda ilk okuduğum öykücülerdendir. Sonra da zaman zaman Sait Faik’e geri dönmüşlüğüm oldu. Cebine giren, bir var bir yok kahramanları, o kahramanların verimli mavi bir meyhaneden taşıdıkları havaî hüzün… Her okuduğumda farklı şeyler duyumsatıyor.

İlk kitabınızı 2016’da yayımladığınızda 71 yaşındaydınız. Okurlarınızın da ilk dikkatini çeken bu oluyor. Erken dönemde öyküleriniz dergilerde yayımlanmışken kitap haline getirmek için beklemenizin özel bir nedeni var mı?
Yok. Uzun süre yazmadım. 2015’te yeniden yazmaya başladım. Eşe dosta, arkadaşlara sordum, ve “Şu Yağmur Bir Yağsa” bu öykülerden oluştu.

Üç kitabınız da ödüllü. İlk kitabınız Şu Yağmur Bir Yağsa, Antalya Edebiyat Günleri’nde En İyi İlk Öykü Kitabı Ödülü; ikinci kitabınız Bir Kırık Segâh, Haldun Taner Öykü Ödülünü almıştı. Bu sonuçlar belli bir birikimin sonucu tabii ki… Yıllar içinde nasıl demlediniz öykülerinizi?
Sanırım bir birikim olmuş. Nasıl demlendiği konusunda benim de bir fikrim olduğunu sanmıyorum. Belki yazarken sözcüklerle, onların gizil, engelleyici ve öteleyici anlamlarını da düşünüp ciddi bir pazarlığa girişmişimdir. Okuru sıkıntıya sokmayı göze alarak benim kimi yazarları okurken yaptığım gibi okurun okuduğunu bir arka plan, alt metin kaygısı ile okumasını istemiş olmak da masum bir “demlenme” nedeni olabilir. Nedeni olabilir ama… Nasılını bilmiyorum doğrusu.

Özellikle, ’70 – ‘80 dönemlerinin Ankara gençliği, devrimci gençler öykülerinize sıklıkla uğruyor. Darbelerle, mücadelelerle geçen yılların tanığısınız. Bu tanıklıkları edebiyatla nasıl yoğurdunuz?
‘60’lı, ‘70’li yıllarda Ankara’da okuyorsanız ve o devrimci gençliğin uzağında iseniz, hayatiyetin de uzağındasınızdır. İnancın, kuşkunun, aşkın, ışığın, ateşin uzağındasınızdır. Onlar gençliğin dünyasını ve bütün dünyayı karartmak isteyen her türlü otoriteye başkaldırıyorlardı. Edebiyatımız nedense bu ayağa kalkma ve ileri atılma hallerinden çok, tökezleme ve düşme anlarına fener tutar. Ben birkaç öyküde ucundan, kıyısından değindim. Öykülere, şiirlere daha çok uğramalıdır onlar. Haklarıdır.

“Dikkatle bakınca insan derinlikli bir varlık”

Öykülerinizin akışını, karakterleriniz belirliyor. Çok derinlikli karakterler yaratıyorsunuz. Önce karakterle mi başlıyor her şey, öyküyü onlar mı yazdırıyor size?
Biraz dikkatle baktığınız zaman insanın aslında derinlikli bir yaratık olduğunu kavrıyorsunuz. Bu yüzden insanla başlayınca dediğiniz gibi bir süre sonra o insan durduğu yerde durmuyor, duruma müdahale ediyor. En azından anımsatmalarda bulunuyor. Örneğin babasının, hadi oğlum, bu gün gidelim sana şapka alalım, dediği yağmurlu günü anımsadığını söylüyor, masanın üstüne koyduğu derisi pörsümüş ellerini seyrederken. Böyle örüyorlar kendilerini.

Karakterleriniz bir anın içinden geçerken ömürlerine tanık oluyoruz. Belki çok önemli bir olay gerçekleşmiyor; örneğin karakter Sıradan Bir Akşam’daki gibi patates pişiriyor. Ya da Şu Yağmur Bir Yağsa’daki Ev öyküsünde bir deftere yazı yazmaya hazırlanıyor. Ama karakterin bütün öyküsü, o durumun içinde beliriyor, derinleştikçe derinleşiyor. Hayata bakışınız, hayatın sizdeki yansıması böyle midir? Her insanın bulunduğu durumun içinden aslında ne hikayelerin geçtiğini düşünerek mi kurarsınız öykülerinizi?
Az önce de dediğim gibi… Daha açarsak, elbette çağımızın sorunsalı patates kızartmak değildir. Vebalı muamelesi yapılan bir aydının savaşımını anlatırken onu ete kemiğe büründürmektir patates kızartması ve öteki ayrıntılar. Hikaye anlatmak, zaten ayrıntı anlatmak değil midir? Sait Faik, birini bıçaklayan adamın sadece kaşına dikkat etmişti.

“Hayatın akışı da inişli çıkışlı”

Öykü yaratım sürecinde sizi daha çok ne motive eder?
Hemen her şey. Çünkü artık kafanızın arkasında bir yerlerde sürekli “Şu da, şu da…” diyen ayartıcı ve ajite edici, aykırı bir melek konuşlanmıştır.

 

Bilinç akışı tekniği, öykülerinizin karakterine sinmiş diyebilir miyiz? Örneğin Bir Kırık Segâh’taki Akşam Yemeği öykünüz aklımda. Aile eski evde toplanmış, yıkıma ikna edilmeye çalışılan bir yaşlı abla var ve sofradaki beş karakter, anlatıcının bilincinden akıp okura ulaşıyor…
Hayatın akışı da böyledir sanırım, sıçramalı, inişli yokuşludur. Nevski Bulvarı gibi dümdüz değildir. Çatalı bıçağı yemek masasına yerleştirirken ansızın, geçen yıllara dair bir terk ediliş düşer aklınıza. Bıçağın ağzının dışa dönük olmasına aldırmazsınız. Teknik sözcüğünden sızan taşsı, kuralsal katılıktan uzak durmaya gayret ediyorum. Yine de dediğiniz yöntemi, – eğer bir yöntemse ya da teknikse bu, – seviyorum.

Dil ve imge zenginliğiyle genişleyen bir öykü dünyanız, şiirsel diliniz var. Örneğin Yok Yolcu’daki Çıkmaz Sokak öykünüzde “görmezden gelmeye eğilimlidir”, “kendini bir solgunluğa yerleştirmiştir”, “karanfil sever”, “ben dalgınlığıyım onun” gibi göndermelerle özellikle Edip Cansever’e bir saygı duruşu var. Öykünün kahramanı Semiha da Cansever’in Seniha’sını çağrıştırıyor. Öykü-şiir ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şairler de öykü anlatırlar bazen. Edip Cansever, Nazım Hikmet ve diğerleri epeyce yapmıştır bunu. Ben cesaretimi toplayıp kimi yerlerde öykünün şiirle buluşacağı sokaklar icat ediyorum. Daha önceki söyleşilerde de söylemiştim; şiir militandır, doğruca okuyanın yüreğine beynine yürür. Öykü ise daha detaycıdır, bir ağaç gölgesi, bir tente altı bulup dinlenmek ister, molalar verir, ayak sürür. Bu öyküde de şiire yaklaşabilmişsem, ne mutlu bana.

Yok Yolcu’daki Havalar Yine Isınacak adlı uzun öyküde Ara Güler, Erdal Öz, Onat Kutlar ve Hrant Dink de geçit resmi yapıyor. Başka öykülerinizde de var. Örneğin Cemal Süreya, Gülten Akın giriyor öykülere. Sanatçılarla, aydınlarla bağlar kurmanın öykülerinizdeki karşılığı nedir?
Öykü-şiir kardeşliği gereği arada eğilip bakıyorlar ne yazdığıma. Bazen çıkmaz sokağa girdiğimi görüp kaşlarını çatıyorlar, bazen bir yol ağzında durup bekliyorlar, orada bulunması gereken sözcük o sözcük mü? Kaş göz ediyorlar düzelteyim diye. Susmalarından korkuyorum.

Sait Faik Armağanı’nı aldığınız Yok Yolcu’nun dili daha farklı, daha girift. Zamanda kırılmalar, kesik cümleler, isyankar bir üslup var. Yeni bir dil, nasıl ortaya çıkar?
Çalışarak. Bir de yazının egemen ideolojilere değil de ıssıza, taşralıya, ter dökene, edilgine dönük olması gerektiğine inandığım için ona uygun biçim ve biçem bulmaya gayret edince böyle oluyor. Dil, “edebî” olmaktan kurtulsun, bizi ehlileştirmeye, dar kafeslere tıkmaya çalışan gündelik dilden farklı, muzip, canlı, yadırgatıcı bir dil olsun istedim.

Karakterleriniz ve atmosferinizle ironiyi de koruduğunuz varoluşçu bir evren yaratıyorsunuz. Karanlık ile ironi nasıl el ele tutuşuyor?
Zıtların birliği. Öyle, el ele tutuşmuştur umarım.