Temmuz27 , 2024

Duygu Sağıroğlu’nun ardından…

İlgili Yazılar

Türk sanatının zarif temsilcileri

Geleneksel Türk sanatlarının ve kültürünün yaşatılmasında, dünyaya tanıtılmasında büyük...

“Biz onu en çok siyah beyaz görüntülerinden sevdik…”

“İlk işimiz Atatürk belgelerini kurtarmak. Bunu bu ülkeye ve...

Bir nesil onun sesiyle büyüdü: Jeyan Tözüm

Tiyatro, sinema ve seslendirme bütün olarak bir insan olsaydı...

“Fotoğraf, benim için müthiş bir terapi aracı oldu”

Uzun yıllardır fotoğraf sanatı ile ilgilenen iş insanı Serhan...

“Fotoğraf makinem, fırçam; yaşamın kendisi ise boyalarım oldu”

Çektiği fotoğraf karelerine yaptığı dijital müdahalelerle ortaya koyduğu eserlerinde...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Duygu Hocam, değerli bir yönetmen ve senaryo yazarıydı. Saygın bir sanat yönetmeni ve dekor tasarımcısıydı. Öğrencisi olan herkes onun heyecanını, coşku dolu konuşmalarını ve kendine kattıklarını bilir. Hocanın yetiştirdiği sayısız öğrenciden biri olan ve onunla birlikte hocalık yapma şansına sahip olmuş yönetmen, Öğr. Gör. Serdar Akar, Duygu Sağıroğlu’nu en iyi anlatabilecek isimlerden biri kuşkusuz. Onunla Duygu Hoca’mızı andık…

 

 

 

 

Sevgili hocam Duygu Sağıroğlu’nu 29 Nisan 2023 günü kaybettik. Duygu Bey, değerli bir yönetmen ve senaryo yazarıydı. Saygın bir sanat yönetmeni ve dekor tasarımcısıydı. Yaratıcı ve mahirdi. Pek çok özelliğinden öte ve her şeyden önce, hocamızdı. Muhteşem bir hocaydı Duygu Bey. Yolu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümünden geçen bütün öğrencilerde büyük etkisi ve emeği vardır.
Duygu Sağıroğlu, Küçük Sahne’de yaptığı dekor tasarımlarıyla sanat hayatına başladı. Tiyatromuzun en önemli isimleriyle çalışarak bu alanda birçok ödül aldı. Sahne tasarımına yepyeni ve çağdaş bir boyut katan hocamla ilk tanışıklığım Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosunun Beyoğlu’ndaki küçük sahnesinde seyrettiğim “Abelard ve Heloise” adlı oyunuyla oldu. O, küçük sahneye dev bir dünya kurmayı seyrettiğim her oyunda başarıyordu.
Sinemaya Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Karacaoğlan’ın Karasevdası” filminde sanat yönetmeni olarak başlayan ve sinema kariyerini, yönetmenliğini yaptığı “Bitmeyen Yol” ve “Ben Öldükçe Yaşarım” filmleriyle taçlandıran Duygu Sağıroğlu’nun en önemli yaşama sebebi hocalıktı. Eğitmenliğe MSGSÜ Sinema ve Televizyon Bölümünün temeli olan Sinema-TV Enstitüsünde başlamıştı. Sinema eğitimini başlatan Prof. Sami Şekeroğlu’nun yanında, sevgili dostu ve meslektaşı, -Duygu Hoca’mın deyişiyle silah arkadaşı- olarak Türk sinemasının yeni kuşaklarını yetiştirdi.

ONURSAL PROFESÖRLÜK TÖRENİ

On yıllar sonra onursal profesörlük unvanı nedeniyle düzenlenen törende, cübbesini giydiğindeki coşkulu sevinci görülmeye değerdi. Onursal profesörlüğü onun için olduğu kadar biz öğrencileri için de çok önemliydi. Gururumuzun ve mutluluğumuzun ifadesi olarak unutulmaz filmi “Bitmeyen Yol”u dijital teknikle restore ederek göstermek istedik. Prof. Sami Şekeroğlu’nun danışmanlığında restorasyonunu yaptığımız filmi törenden sonra düzenlenen galada seyircisiyle buluştu.

Duygu Sağıroğlu’nun yetiştirdiği sayısız öğrencilerinden biri olan ve onunla birlikte hocalık yapma şansına sahip olmuş yönetmen, Öğr. Gör. Serdar Akar, hocasını anlattı.

SERDAR AKAR DUYGU HOCA’SINI ANLATTI

Duygu Sağıroğlu’nun öğrencisi olan herkes, onun heyecanını, coşku dolu konuşmalarını ve kendine kattıklarını bilir. Bu öyle bir histir ki onu tanımayan birine cümlelerle anlatmak, tarif etmek çok zordur. Hocanın yetiştirdiği sayısız öğrenciden biri olan ve onunla birlikte hocalık yapma şansına sahip olmuş yönetmen, Öğr. Gör. Serdar Akar, Duygu Sağıroğlu’nun bir eğitimci olarak kattıklarını en iyi anlatabilecek isimlerden biri kuşkusuz. Onunla Duygu Hoca’mızı andık…

E.E : Duygu Sağıroğlu ile ilgili belleğinizde yer eden ilk andan bahsedelim mi?
S. A. : Beni etkileyen, hatırladığım ilk anı, sanırım üçüncü ve dördüncü dersimizdi. Bize “Herkes vesikalık fotoğrafını getirsin” dedi. Hoca, bu fotoğraflarla bir dosya yapıyor ve öğrencinin önemli bilgilerini yazıyordu. İlerleyen derslerde birkaç getiren oldu. Ben ve dört beş kişide fotoğraf yok. Zaten iki sınıf var. Toplam 16 kişi civarındayız. Getirmeyenlerden biri, “Hocam bulamadık, bir de çok pahalı vesikalık çektirmek” dedi. Birden bağırmaya başladı. “Siz sinema televizyon öğrencisisiniz. Burası sinema televizyon okulu. Aşağıda film var, agrandizör var, banyo var. Siz önce bunu öğreneceksiniz. Ne demek? Ben size gidin böyle artistik bir şey çekin mi dedim? Sizi göreceğim, tanıyacağım bir şey istiyorum sizden. Elle çizseniz bile olur” dedi. Haaaa… dedik o zaman biz. Sadece fotoğraf değil. Bazı şeyleri bizim yapmamız ve elimizdeki imkanları kullanmamız lazım. Sinemacıysan ne demek fotoğraf çektirmek, fotoğrafçıya gitmek? Sana öyle bir paye veriyor aynı zamanda. Seni subay yapıyor. Gittik biz de fotoğraf makinesini aldık, filmi taktık, duvarın önüne geçtik, kendi fotoğrafımızı çektik, yıkadık onları, tab ettik siyah beyaz, kestik ve önüne koyduk. Yapmayı düşündüğümüz şeyin hata olduğunu anlayınca sinemacının onu nasıl doğru yapabileceğini bize göstermiş oldu. Onunla ilgili ilk zihinsel tanışıklığım budur. Daha sonra “Sinemasal Çevre Tasarımı” dersinde “Oturduğunuz evi, oturduğunuz odayı çizin” dedi, orada bizi zaten çözdü.

E. E. : Duygu Hoca’nın ardından birçok öğrencisi “Babam gibiydi” ifadesini kullandı. Siz de böyle mi hissettiniz?
S. A. : Herkes babam gibiydi diyor. Nasıl tarif edebilirsin bu hissi? Duygu Hoca, insanlık dersini senaryo üzerinden verirdi. Hikaye yazıyorsun, sinopsis yazıyorsun, hocaya veriyorsun. Bütün o sinopsisler hayatla ilgili tabii. Başka ne olabilir? Hoca o hikayelerden konuşurken onlardan sinemasal bir dünya yaratmak için örneklendiriyor. Olmazlarının nasıl olmayacağını veya nasıl olabileceğini söylüyor. Senaryo yazılırken hikayenin nasıl olacağını, nasıl olmayacağını söyleyince bir insanlık ortaya çıkıyor. O zaman sen insanlığın ne demek olduğunu anlıyorsun. Toy bir gençsin ve sana birisi hikayen hakkında insanlık dersi verdiğinde baban gibi bir şey anlatmış oluyor. Bazı şeyleri yaparsın, bazı şeyleri yapamazsın. Bazı şeylere hakkın var, bazı şeylere yok, bazı şeylere kızar, bazı şeyleri sever. Ama onlar da hep filmlerdeki hikayeler gibi. İnsanların birbiriyle empati kurup gerçekten ön yargıları reddetmeyip bazı şeyleri kabul etmelerine dair de bir şey. Mesela kendi baban bir şey söylese itiraz edersin. Ama Duygu Bey söylediği zaman itiraz edemezsin çünkü hikaye olarak, matematik olarak doğru olduğunu, onun o hikayeyi sinemasal olarak bildiğini bilirsin. Gerçek hayatta baban “Oğlum, gitme oraya. O arkadaşla görüşme bak, oradan bir şey çıkar” derse sen gidip görüşürsün. Ama hikayende “Bak bu adam bununla görüşsün. Bundan başına bir şey gelsin. Bak bu böyle olsun” dediği zaman, sana insanlık dersini vermiş oluyor. Ve sana da bunu öğreten insan Duygu Hoca olduğu için sen onu baba yerine koyuyorsun.

ÇOK İYİ BİLİYORDU BİZİ!

Bence bu durum, futbolculuktan tutun da mühendisliğe kadar bütün mesleklerde böyle. Önce bir adamlık öğreneceksin kısmı var. Sinemada “Önce bir adamlık öğreneceksin” mecburen var çünkü hikaye yazıyorsun. İnsanlara ait bir şey yazıyorsun, mecbursun bunu öğrenmeye. Entelektüel olarak çok dolu birisi olduğu için sana sinopsis hakkında ya da bir hikaye hakkında bir şey anlattığı zaman onlar da doğru oluyor insanlık adına. Sen, insanlık adına doğru şeyleri öğreniyorsun. Yani babalık böyle bir babalık. Zaten iyi bir hoca bunu öğretmeli, öğrencideki cevheri ortaya çıkarmalı. Öğrenciyi çok iyi tanımak lazım ki o cevheri görebilsin. Çok iyi biliyordu bizi. Huyumuzu suyumuzu her şeyimizi biliyordu.
Hayatı öğretti denilen işte o senaryo kısmı zaten. Onun gerçekten öğrencisi olmuş bir insan, gerçekten onu anlayan bir insan, bir filmi seyrettiği zaman ne kadar inandırıcı olup olmadığını, hayata ne kadar yakın olup olmadığını anlar. Hayata dair bu durum, Duygu Hoca’da çok kuvvetliydi. Hayatı sevmesinden mi, hayatı anlamasından mı? Bilemiyorum. Ama sanırım doğrudan hayatla ilgili olmasından.

DERSLER SET ORTAMINDA GİBİYDİ

E. E. : MSGSÜ Sinema ve Televizyon Bölümünde birçok önemli hocanız oldu. Duygu Sağıroğlu’nu onlardan ayıran sizin için neydi?
S. A. : Hepsinin ayrı ayrı tarzı vardı. Duygu Hoca’yla ders, set ortamındaymış gibi oluyordu. Dersi, setin içinde birlikte dekor çakarken anlatıyordu örneğin. Bir sahne anlatırken bile sen onu çekiyormuşsun gibi oluyordu. Birine kızdığında ona söylediği şeyleri bizim de duymamızı istiyordu. O şahsen azarlandığını sanıyordu ama aslında bütün sınıfa ders veriyordu. Sami Hoca (Prof. Sami Şekeroğlu) “Sinema hakkında öğrendiğiniz her şeyi unutun. Burada baştan başlıyoruz” demişti. Var mısın, yok musun? Yoksan da varmış gibi yapamayacaksın. Öyle bir ortamdı.
Hoca bize “Sinemasal Çevre Tasarımı” ve “Sinema Dili” dersi veriyordu. Sinemasal Çevre Tasarımı çok önemli bir dersti. Mekan tasarlamak, çevreyi sinemasal anlamda doğru düzenlemek çok önemli. Sinemasal çevrede pencere nerede, kapı nerede, senin işine nasıl yarıyor? Orası kaç metre? Metrekare ne demek? Pencere genişliği nedir? Çamaşır makinesinin yüksekliği ne kadar? Niye o sandalyenin boyu bilmem kaç santim? Bileceksin. Hiç farkına varmadan yaşadığın şeyleri işin içine girince anlıyorsun. O zaman dışarıdan lambayı koyduğun zaman insanların nereye doğru hareket ettirilmeyeceğini, orada kaç metre yürüteceğini biliyorsun. Bu bilgiler hem hikayeyle hem yaşamla hem insanlıkla alakalı.

ONDAN ÖĞRENDİKLERİMİ ANLATMAYA BAŞLADIM

E. E. : Sinema Dili derslerini nasıl işliyordu?
S. A. : Duygu Hoca derste senaryo çalışırken insanlıkla ilgili öyle acayip örnekler buluyordu ve bu örnekler öyle doğru oluyordu ki o eğitimden geçince ben de öğrencilerime hayata dair sinemasal hikayeler anlatmaya başladım. Çünkü öyle öğrenmişim. Hatta son zamanlarda kendi aramızda konuşuyorduk, “Hocam böyle bir şey anlattım sınıfta” diye. Duygu Bey’in örneği mi, benim mi?… Zaman geçtikçe karıştı bunlar… Bir kokpit örneği vardı: Rüyanda uçak kullanıyorsun. Kokpittesin. Eğer gerçek hayatta pilot değilsen kokpiti sadece sinemada veya fotoğraflardan gördüklerinle bilirsin. Ama pilotsan ve o rüyayı görüyorsan oradaki her düğmeyi bilirsin. Film yapınca da pilot gibi ya da marangoz gibi demirci gibi yapman lazım. Rüya gibi olmaz. Rüyaya benzemiyor sinema. Rüyadaki şey aslında görüntüler değil, histir. Bir his geçer sana. Sen o histen bulursun görüntüleri. Korkarsın, heyecanlanırsın, sevinirsin. Sinema ise çok net olarak görselin sana bir şey düşündürmesiyle alakalıdır. Gördüklerin sana bir şey verecek ve düşündürtecek.
Sinema dili denilen şey, normal hayat değil aslında, hayata bir çeşit saygı duruşu. Çok ayrı. Çok insani. İşte Duygu Hoca bunu öğretip bunu anlatıyordu. Sinema dilini öğretiyordu. O dili öğrendikten sonraki konuşmalar daha çok hayata, insana dair oluyor, sinemaya ait oluyordu. Sinemanın ayrı bir dili olduğunu çözmüş bir adamdı o. Sinemacı bir şey yapacaksa ona kafayı takmak zorunda. Önce kendisi öğrenmek zorunda bir kere. Sinema dili diye bir ders veriyorsun; önce sinema dili ne demek onu çözeceksin. Bunun ayrı bir dil olduğunu, gerçekten ayrı bir konuşma şekli olduğunu, ayrı bir alfabesi olduğunu, ayrı kavramları olduğunu… Onu çözeceksin. Çözen adamların yaptıkları da iyi film oluyor. Yaptığın filmi hem doğru hem güzel yapıp üstüne bir de olandan başka şeyler düşündürtebiliyorsan o film güzel ve kalıcı oluyor.

 

 

 

 

 

 

NEREDEN BAKTIĞIN ÖNEMLİ

İlk Duygu Bey’den duyduğum bir şey var: “Neye baktığın değil, nereden baktığın önemli!” Sen o kadar tecrübeli olacaksın ki seyircinin neyi gördüğü zaman neyi anlayacağını önceden kestireceksin. O zaman öğrenciye “Bak bunu yaparsan seyirci şunu anlar. Sen böyle bir şey yaparsan anlamaz. Bu dili yanlış kuruyorsun. Kelimelerin yerini değiştireceksin” diyebilirsin. Nasıl romanda, hikayede kelimelerin yerini değiştirince cümlenin anlamı değişiyor… Sinemanın da kendine göre öyle bir özelliği var. Açılar, ölçekler yer değiştirince hikayenin anlayışı değişiyor. Başka bir anlam çıkıyor. Kamera, önüne ne koyarsan onu çeker, yanlış yaparsan yanlış çeker. Bu da Duygu Bey’in lafıdır. Öğrencinin yanlış yaptığını anlaması lazım. Çünkü öğretmenlik, esas yapmaması gerekeni söylemekle ilgili. İşte Duygu Hoca öğrencinin yanlış yaptığını hemen görüyordu.

Duygu Sağıroğlu, Başrollerini Yılmaz Güney ve Selma Güneri’nin paylaştığı Ben Öldükçe Yaşarım adlı filmi ile Yeşilçam’a hem senarist hem de yönetmen olarak damgasını vurdu.

E. E. : Hayatla ilgili, sinemayla ilgili aldığınız bu dersler sektöre girdiğinizde size neler sağladı?
S. A. : Bütün okullarda herkeste “Bize okulda bunu öğretiyorlar ama sektörde ne oluyor?”, “Biz okulda bunu öğrendik ama sektör böyle değilmiş” hissi var. Duygu Bey bize anlatırdı hep. Sete gittik. Okulda olan şeyin aynısı oluyormuş orada. Hiç yabancılık çekmedik. Okul filmlerinde ne yapıyorsak dışarıda da aynı şey olduğunu fark ettik. Öğrenciler bana soruyor: “Biz burada ne görüyorsak aynı şey oluyor dışarıda. Emin olun, rahat olun” diyorum.
En büyük katkısı, sinemanın kendine ait ayrı bir dili olduğunu öğretti bize. O dilin hakikaten ayrı bir dil olduğunu ve onu çok iyi bilmek gerektiğini okulda anladık. O dili çok iyi bilmezsen söylediğin şeylerin yanlış anlaşılabileceğini ya da anlaşılmayacağını öğrendik. Hatta sinema dilini çok iyi bileceksin ki onunla oynayabileceksin. O zaman işte kuralları, kaideleri değiştirmeye cesaret edeceksin. Anlattığın seyreden için başka bir bakış açısı daha açacak. O zaman sanat oluyor işte.

Duygu Sağıroğlu’nun, onursal profesörlük unvanı nedeniyle düzenlenen törende, cübbesini giydiğindeki coşkulu sevinci görülmeye değerdi.

E. E. : Duygu Hoca’nın hem öğrencisi hem meslektaşı oldunuz. Sinema kariyeriniz dışında MSGSÜ Sinema ve Televizyon Bölümünde onunla birlikte öğrenciler yetiştirdiniz. Siz yetiştirmeye devam ediyorsunuz. Öğrencilerinizle olan ilişkinizde hocalarınızdan öğrendikleriniz sanırım iyi bir kılavuz oluyor sizin için.
S. A. : Sinema hocalığı kolay bir şey değil. Teknoloji değişiyor, kuşak değişiyor ama esas temel aslında değişmiyor. Sadece ulaşma yolları değişiyor. Burası sanat okulu, karşındaki de sanatçı. Picasso, Spielberg, Dali sınıfa gelmişler. Sen de onun hocasısın. Bir gün dünyanın en iyi sinemacısı olacak, şimdi onlarla konuşuyorsun, onlara ders veriyorsun. Öğrencileri tanımadan, bilmeden olur mu? O yüzden Duygu Bey öğreniyordu herkesin iç dünyasını. Onları tanımadan, onlarla ilgilenmeden bir sanat okulu, bir sinema okulu olabilir mi? Sinema ve tiyatro alanında önemli işlere imza atmışsın ama çok iyi bir öğretmen olacağını nereden bileceksin? Bu bir yetenek meselesi ve bunu yapmadan bilemezsin. İnsan hayatına etki edebilmek ve hayatında bir şeyler yapabilmesini sağlayabilmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Aynı entelektüellik birikimine sahip biri bunu yapamayabilirdi. Doğuştan öğretmenmiş, o yaptı.