Şubat15 , 2025

Eski Türk Sineması: Özlemin eski tadı yok…

İlgili Yazılar

Sanatçılar Christie’s’in yapay zeka sanat satışını iptal etmesini istiyor

Binlerce sanatçı, Christie's'in yapay zeka tarafından yapılan sanat eserlerinin...

Harry Potter ve Felsefe Taşı’nda orkestra, ünlü iki şefe teslim

Piu Entertainment tarafından organize edilen ‘’Movies in Concert’’ etkinlik...

Picasso’nun Ünlü Portresinin Altında Bilinmeyen Bir Resim Keşfedildi!

Pablo Picasso'nun kariyerinin en çok araştırılan dönemi, hâlâ saklanması...

Edebiyatımızın iz bırakan yazarları eşliğinde yeni öyküler

Dila İren, öğrencileriyle gerçekleştirdiği yaratıcı okuma projesinden yola çıkarak...

Çocuklara Özel Sergi Turu ve Yaratıcı Origami Atölyesi

Yapı Kredi bomontiada, 15 Şubat Cumartesi günü “Taviloğlu Koleksiyonu:...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Eski Türk sinemasını sevmek, benimsemek, “nostaljik” bir eylemmiş gibi algılanıyor. Özlenen bir hatırayı sevgiyle anıyormuşuz gibi… Oysa bir dönem sinemamızın filmlerini şimdi benimsememizin nedenini, sadece özlemle açıklamak yeterli değil.

Türkiye’de siyasi, ekonomik ve toplumsal birçok değişim ve dönüşümün yaşandığı 1960’lı yıllar, Türk sineması açısından da önemli bir dönemdir. Özellikle 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortamla birlikte toplumun yoksulluk, göç, gecekondulaşma, işsizlik gibi birçok meselesi beyazperdede kendine yer edinmiştir. Bu dönem, Türk sinemanın bir kimlik oluşturmaya başladığı, film üretiminin arttığı, nitelikli filmlerin çekildiği, ulusal bir sinema dilinin geliştiği, seyircinin çekilen filmlerde etkin rol oynağı yıllardır.

Türk sinemasının altın çağı olarak kabul edilen 1960-75 dönemi, devlet desteğine sahip olmaması ve özel sektörün ilgisizliği nedeniyle kendine özgü bir yapıya sahipti. Sinema dışındaki sanatlarda Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren devlet desteği ve kurumsallaşma çabaları görülmekteydi.

1924’te Mimar Alguadiş tarafından 600 koltuk kapasiteli olarak yapılan Melek Sineması adını, film perdesinin iki yanına yerleştirilmiş, sarı-turuncu renkli art nouveau tarzında melek heykellerinden ve sinemaya giriş için zorunlu olarak kullanılan Melek Apartmanı’ndan aldı.”

Tiyatro ve müzik eğitimlerinin kurumsallaşması, Sanayi-i Nefise Mektebinin Güzel Sanatlar Akademisine dönüşmesi, yetenekli gençlerin yurt dışına gönderilmesi hatta senfoni orkestrasının kurulmasına varana dek olumlu adımlar atılmıştı. Ancak sinema sektörüne benzer bir destek ve kurumsallaşma sağlanmamış, aksine sinemaya sansür getirilmişti. Büyük sermaye de bu alana yatırım yapmamış, uzak durmuştu. Sinema o yıllarda yalnız bırakılmış bir sanattı ama bir bakıma bu yalnızlık iyiliğine oldu. Film yapmak isteyen küçük girişimciler, alternatif çözümler bulmaya çalıştılar ve kısa sürede, filmlerin gerçek alıcısının Türk halkının aile kesimi olduğu anlaşıldı. Bu nedenle, aileleri ilgilendiren konuları işleyen filmler, büyük bir seyirci kitlesi edindi.

Bu dönemin Türk sineması, seyircinin film seyretme ihtiyacından doğan, devlet desteği ve yabancı sermaye-ortaklık gibi oluşumlara dayanmayan bir sinemaydı. Sermaye gücü olmadığı düşünüldüğünde bir filmin maliyetini çıkaramaması durumunda, yapımcı için bir sonrakini yapmak ne yazık ki mümkün değildi. Bu sebeple Türk sineması, özellikle bu dönemde bütün gücünü halktan aldı; gereken sermaye, seyircilerin ödediği bilet paralarından karşılandı. Bunun sonucunda da filmler, büyük ölçüde seyirci istekleri ve beğenileri doğrultusunda şekillenen bir yapıya sahip oldu. Seyirci, beyazperdede kendi meselelerini, dertlerini, tanıdığı hikayeleri sevdiği oyunculardan izlemek istedi.

EKONOMİK SEBEPLER

“Ne sıcak ne sevimli dediğimiz filmlerin beğenilmesinde ekonomik bir sebep var.”

Bu yıllarda yerli filmler, yurt içinde bölge işletmeleri kurularak pazarlandı ve ekonomik başarı elde edildi. Seyirci talepleri, yapımcıya bu işletmeler aracılığıyla ulaştırıldı. İlk olarak 1950’lerde kurulan bölge işletmelerinin yaygınlaşması ve etkinliğinin artması 1960’lı yıllarda oldu. İşletmeler, filmlerin sinema salonlarına dağıtımını yapıyor ve yapımcılara film maliyetlerinin bir bölümü için avans sağlıyordu. Verdikleri avansın karşılığında filmin dağıtım haklarına belli bir süreliğine sahip oluyor ya da dağıtım yaptıkları filmin cirosu üzerinden belli bir yüzde alıyorlardı. Bu işletmeler, hangi konuların ve oyuncuların seyirci tarafından ilgi gördüğünü, beğenildiğini yapımcılara ilettiler. Böylelikle seyircilerin beğenileri, tercihleri yeni yapılan filmlerin şekillenmesinde ve gişe başarılarında etkili oldu. Seyircinin film yapımını bu şekilde finanse etmesi, yapımcılar için gelecekte çekecekleri filmleri garanti altına almaları açısından çok önemliydi. Bu özgün ve samimi yaklaşım Türk sinemasının kendi ayakları üzerinde durmasını sağladı; sinemanın ulusal karakter kazanmasının önünü açtı.

1960’larda bir filmi 15 milyon kişi izlerken şimdi gişe başarısı en yüksek denen filmler bile bu sayıya erişemiyor.

“1960’larda – toplumdan ve seyircisinden kopuk bir sinemanın yaşamasının imkansız olduğu- düşüncesi hakimdi. Bu nedenle, filmlerde ailenin hep beraber izleyebildiği konular, aşk, sevgi, dostluk, dayanışma duyguları önemli yer tutuyordu.”

Bu yıllarda yapılan filmlerin bölge insanlarının farklılıklarına göre çeşitlendiğini de görmek mümkündü. Örneğin, Karadeniz Bölgesi neden hoşlanır, Adana nasıl filmler ister, İzmir seyircisi ne talep eder gibi meseleler dikkate alınarak herkesi memnun edecek bir denge kurulmuştu. Halk ekonomik sıkıntı çekiyorsa komedilere daha çok ağırlık veriliyor, ekonomik yönden rahatsa dramlar çekiliyordu. Seyircinin talepleri, beğenileri dışında, farklı bir film çekmek isteyenlerin bu sistemde çok şansı yoktu. Film gişe başarısı elde edememişse yapımcısı veya yönetmeni bir daha film çekme imkanı çoğu zaman bulamıyor, bazen de yok olup gidiyordu.

SİNEMACILAR ARASINDA BİLİNEN BİR SÖZDÜR: İMTİHAN PERDEDE!

Türk sinemacılarının ekonomik ve siyasi zorluklar içinde çok iyi öğrendiği ders, “Seyircisiz sinema olmaz” düşüncesiydi. Sinemacının başarısı, seyircinin filmi benimsemesiyle mümkündü. Diğer yandan, bu sadece Türk sinemasına özgü bir durum değildi. Bu sanatın en önemli klasikleri arasında gördüğümüz çok sayıda Amerikan ve Avrupa filmi de büyük stüdyoların sıkı kurallarına bağlı olarak çekilmiş ama yönetmenler sert koşullara rağmen kendi üsluplarını filmlere yansıtabilmişti. 

“Ayşecik Şeytan Çekici” (1960) el ilanı. Gökhan Akçura Arşivinden.

“Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu bir sinemaydı: İyiler iyi, kötüler kötü. Polisler suçluları yakalar, kötüler cezasını bulur. Doktorlar hep uzman, hakimler hep doğru karar veren, öğretmenler şefkatlidir. Kötü müteahhit yenilir, her zaman mahalle kazanır. Adalet hep yerini bulur. İyiler galip, kötüler mağlup olur. Filmin sonu seyircinin istediği gibi mutlu sonla biter. Masum aşıklar kavuşur, hayatta değilse bile cennette…”

Dönemin en belirgin özelliği, sinema salonlarının artması, seyircinin filmlere büyük ilgi göstermesi ve sinemanın önemli bir eğlence aracı haline gelmesiydi. Bu yıllarda Türkiye, dünyanın en çok film üreten ülkelerinden biri oldu. Sinemamızda bu yoğunluğu kaldıracak teknik altyapı ve mevcut teknolojiyi kullanacak eğitimli insanlar bulunmamasına rağmen filmler çekilmeye devam etti. Her yokluk insan emeğiyle giderilmeye çalışıldı. Zaten derme çatma, köhne teknolojinin yarattığı sorunlar seyirci için önemli değildi; seyirci anlatılan öyküyle, ona can veren oyuncularla ilgilendi ve salonları doldurdu.

O dönemde sinema salonları, günümüzdeki gibi küçük ve alışveriş merkezlerine sıkışmamıştı, binlerce kişilik büyük mekanlardı. Türkiye’nin her tarafında sinemalar vardı. Örneğin, 1956 yılında açılan Diyarbakır’daki Dilan Sineması; üç katlı, toplam 2 bin 300 metrekarelik bir alanda, 1900-2000 koltuk kapasiteli, 70 balkonlu devasa bir salondu. Özellikle akşamları ailecek gidilen yazlık açık hava sinemaları, insanların sosyalleşmesini sağlayan mekanlardı. O yıllarda sinemaya gitmek çok kolay ve ucuzdu. Bir gecede birden fazla filmin oynadığı bu mekanlar sinemanın sosyal boyutunun ne denli güçlü olduğunun en büyük göstergesiydi.

Gurbet Kuşları, (1964) Cüneyt Arkın ve Tanju Gürsu.
Halkın, güzel kadının karşısında hep yakışıklı erkek gördüğü senaryo formülü, Yılmaz Güney tarafından yıkıldı ve bu isim Anadolu’da bir efsane haline geldi.

Bu dönemin bir başka özelliği de melodramlardı. Kahramanların salt iyi veya kötü olduğu, rastlantının belirleyici bir unsur olarak hikayede yer bulduğu filmler çok sevildi. Bu filmlerde, karakterlerden çok, tiplere yer verilmekteydi. Oyuncular, seyircilerin beklenti ve isteklerinden dolayı aşağı yukarı hep aynı rolleri canlandırdılar. Türkan Şoray ezilen kadın, Fatma Girik erkek gibi kadın, Filiz Akın küçük burjuva tiplerini canlandırırken Ayhan Işık, Ediz Hun, İzzet Günay, Cüneyt Arkın da güzel kadınların karşısındaki yakışıklı erkeklerden bazılarıydı. Ancak, bir zaman sonra “güzel kadının karşısında yakışıklı erkek” formülü Yılmaz Güney tarafından yıkıldı ve bu isim Anadolu’da bir efsane haline geldi. Seyirci onu daha ulaşılabilir bulmuş, kendine yakın görmüştü. Adına “Çirkin Kral” dediler ve canlandırdığı mazlum, garip, dürüst, cesur tipleri çok güçlü biçimde sevdiler.

SİNEMA SEYİRCİ DEMEKTİR. SEYİRCİSİ OLMAYAN SİNEMA ÖLMEYE MAHKUMDUR

Türk sinemasının seyircisiyle kurduğu bu güçlü iletişim, televizyon yayınlarının başlamasına kadar sürdü. 1970’li yıllarda yaşanan siyasi ve ekonomik krizler, sinemanın gerçek sahibi olan kitlenin salonlardan kopmasına sebep oldu. İlerleyen yıllarda televizyon kanalları çoğaldı, sinema biletleri çok pahalandı. Ailelerin, eskisi gibi hep birlikte sinemaya gitmesi imkansız hale geldi. Bunlar sinemadan kopuşun en önemli nedenleriydi. Sinema halkın sanatı olmaktan çıktı ve Türk sinemasının zor yılları böylece başlamış oldu. Kültür Bakanlığı’nın maddi destekleri de sinemanın krizden çıkmasına yetmedi. Bugün artık sinema salonlarımız eskisi kadar büyük değil. Birçoğu kapandı ya da alışveriş merkezleri içinde küçük, birbirinin aynı, sevimsiz salonlara dönüştü. Günümüz Türk sinemasının seyircisi yok. Olan seyirci de filmleri akıllı telefonların, tabletlerin, bilgisayarların küçük ekranlarından seyretmeyi tercih ediyor. “Film perdede izlenir” düşüncesini değiştiren bu seyir deneyimi kendi sinema kültürünü ve seyircisini yaratıyor. 1960’larda bir filmi 15 milyon kişi izlerken şimdi gişe başarısı en yüksek denilen filmler bile bu sayıya erişemiyor.

Ermeni mimar Harutyan Sarafyan’a yaptırılan 1956 yılında açılan Diyarbakır Dilan Sineması; üç katlı, toplam 2300 metrekarelik bir alanda, 1900-2000 koltuk kapasiteli, 70 balkonlu devasa bir binaydı.

SEYİRCİYLE SİNEMANIN ARASI ÇOK AÇIK

Eski Türk sineması hakkında bugün çok söylenen bir söz var: “Ne tatlı, ne sıcak, ne samimi filmlermiş onlar.” O filmleri sevmek, benimsemek, “nostaljik” bir eylemmiş gibi algılanıyor. Özlenen bir hatırayı sevgiyle anıyormuşuz gibi… Oysa bir dönem sinemamızın filmlerini şimdi benimsememizin nedenini, sadece özlemle açıklamak yeterli değil. Üstelik, yeni kuşaklar, gençler de bu filmleri sevdiğine, seyrettiğine göre bu yaklaşım çok da doğru değil. Artık özlemin eski tadı yok. Öğrenciler öğretmenlerini öldürüyor, kötüler bedelini ödemiyor, suçlular ceza almıyor, adaletin yerini bulmayacağını, masum aşıkların asla buluşamayacağını biliyoruz. Hayatımızda sinemadan daha inanılmaz, daha hızlı, daha heyecanlı, kanlı öyküler var. Seyirciyle sinemanın arası çok açık. Umudumuz, genç sinemacıların, halkın sevdiği, sahiplendiği filmleri araştırıp günümüzün şartlarında değerlendirerek yeniden seyircinin sesi ve duygusu olmasında.